Şimdiki Zamanın Hikayeleri
Emel Uzun

Çeşitli dijital platformlarda izlediğimiz içerikler artık üzerine birlikte konuşmaya başladığımız bir şey haline geldi. Bu ülkeye ilişkin bir şey anlatıyorsa; özellikle[1] Twitter’da hararetli bir tartışma başlıyor.  Mevzu bahis dizinin/filmin bizlere düşündürdükleri ve belki daha çok hissettirdikleri paylaşılıyor. “Olmuş” ile “hiç olmamış”, “bayıldım” ile “nefret ettim” noktaları arasında bir dil kuruluyor derhal. 

Temsil bahsi etrafında dönüyor çoğunlukla tartışmalar. Netflix’te yayınlanan Bir Başkadır üzerine dönen tansiyonu yüksek sohbette de yazılanlarda da büyük oranda mesele buydu. Yoksul nasıl temsil edildi?   Kürt, eşcinsel, Müslüman, kadın, erkek(lik) nasıl temsil edildi diye sorup, cevaplıyoruz. Kendi halimizi bir başka açıdan, başka bir dille ve başka bir estetikle izlemenin şaşkınlığı ve bazen de öfkesi. Bir Başkadır tam böyle bir etki yaratmıştı bence izleyicide; şaşkınlık ve öfke.  Yakın zamanda Kulüp dizisi için de daha cılız ama benzer reflekslerin işlediği bir tartışma ortamı oluştu.

Bu dizilerle ilgili en çok ulusal kanallarda, popüler sinemada işlenmeyen konular ve temsiller ele alındığında seviniyoruz. Kulüp de böyle bir örnek oldu. Bir Başkadır kadar konuşulmadı ama çok alkışlandı. İstanbul’da Pera’da yaşayan Sefarad Yahudileri’nin ve Ladino dilinin ilk defa ve bu kadar alternatif bir hikâye ve klişe dışı karakterler ile temsil edilmiş olması epey beğeni topladı. Oyunculuklar, sanat yönetmenliği ve tek başına Selim Songür karakteri bile bence de övgüyü hak ediyor.

Kulüp’te anlatılan hikâyenin geçtiği dönemde yaşananları ilk defa duymuyoruz. Tüm o dönem dizisi şablonlarından farklı olarak, “merkezi” ve “fail” oldukları pozisyonlar verilmiş karakterlerin etrafında kurulmuş bir hikâyeyi ilk defa izliyoruz. Varlık Vergisi’ni de 6-7 Eylül[2] Olaylarını da Türkiye’de yaşayan Yahudileri de anlatan tonla tarih çalışması, kitap, makale, film, belgesel var. Bu hikayeleri akademisyenler, siyasetçiler, entelektüeller, gazeteciler, sinemacılar, belgeselciler, sanatçılar ve pek de bilmediğimiz bu hikayelerin aktörleri, şahitleri anlattılar elbette. Ama popüler kültür başka işte. O, “Bu ülke bir zamanlar kozmopolit bir yerdi ve ben bunu karikatürleştirmeden, klişelere düşmeden de anlatabilirim” dediğinde başka türlü bir etki yaratabiliyor. Tüm bu kitapların, makalelerin, söyleşilerin, şiirlerin, filmlerin erişemediği bir çoğunluğa seslenebilme gücü var çünkü.

Google’da “Varlık Vergisi”, “Sefarad”, “Ladino” kelimeleri son beş yılda en yüksek aranma oranlarına 6-14 Kasım 2021 tarihleri arasında erişmiş[3]. Dizi 5 Kasım 2021 tarihinde gösterime girdi. Dizide bahsedilen olaylar ne de çok, ne de güzel google’landı diye sevinmeye gerek yok, farkındayım. Olması gereken de böyle bir mecradan, böyle bir tarih eğitimi değil. Ancak yine de pek çok insanın, bu ülkenin resmi tarih anlatısı dışında alternatif bir bakışa erişim olanakları nedir diye sorup, düşünmek lazım gelir bence.  En azından bu ülkede gayrimüslimlerin “sermayenin Türkleştirilmesi” adına nasıl bir muameleye maruz kaldıkları gerçeğinden bir popüler kültür ürünü sayesinde de olsa haberdar olunmasının kıymetine inanıyorum ben.

***

Jenny Rankin “What is Narrative” adlı makalesinde; “anlatı meselesi uzun yıllar önemsenmedi. Bir şeylerin temsili ya da eğlence amaçlı yazılan bir şey olarak görüldü. Sadece bir şeyleri basitçe tasvir ettiği kabul edildi. Kuran/inşa eden bir şey olarak okunmadı. ‘Olmanın olasılıkları’ olarak tartışılmadı. Halbuki bilinci kuran şeydir anlatı” diyor (2002, 1-2). Dinlediğimiz, anlattığımız, anlatamadığımız hikayelerin şekillendirdiği bir bilincin içinde yaşamak gibi. Dolayısıyla hangi hikâyeyi dinlediğimiz, hikâyeyi kimin anlattığı, neden bugün anlatıldığı ve neden özellikle gönüllü olarak bugün dinlendiği meseleleri de önemli hale geliyor.

Rankin, “Anlatı geleneklerin ve tarihin, geleceğe dair hayallerin ve umutların taşıyıcısı ve dönüştürücüsü, bu nedenle şimdiki zamanın yaşanmış deneyiminin aktarım aracıdır” (2002: s.6) diyor. Geçmişten çağırılan ve ses verilen bu hikâye bugün ile ilgili bize ne söylüyor diye sormadan edemiyorum ben? Şimdiki zamanın deneyimiyle nasıl bir ilişkisi var bu sessiz bırakılmış hikayelerin?

Bu ülkenin daha az baskı altında olduğu, daha az kaygılı olduğu dönemler, öteki ile, yalan yanlış bildiği tarihi ile ilgili daha rahat konuşulabildiği dönemleri oldu. Bu toprakların, şehirlerin ezel ebed böyle yerler olmadığı, bu ülkede bir zamanlar başka dinlerin, dillerin, kültürlerin bir arada yaşadığını söyleyen hikayelere neden bu kadar ilgi duyuyoruz[4]? Ülkenin en yaygın siyasi eğilimi göçmen karşıtlığı ve yabancı düşmanlığı iken, geçmişteki o renkli Beyoğlu’nu ve çoktan gitmiş olanların kültürlerini neden merak ediyoruz?

Sema Aslan, “İçlerini Ateşe Gösterenler: Edebiyatta 1915 ve 1938 Anlatıları” (2015) adlı metninde, 2000’den bu yana kadın yazarların 1915 ve 1938 üzerine yazdıklarının edebi dökümünü çıkarıyor. “Tarih dışı bırakılmış ama hiçbir zaman edebiyat dışı olmamış bu felaketlerin” 2000’li yıllardan bakıldığında nasıl bir “unutma ve hatırlama döngüsü” içinde yazıldıklarını anlamaya çalışıyor (s. 38). Yazıda Aslan, “Geçmiş kendini kurbanda dayatıyor…” (2015, s.69) diyor. “Her iki halk içinde on yıllardır varlığını sürdüren derin suskunluğu sese devşiren romanlar, öyküler, mektuplar bu dayatmanın bir göstergesi olsa gerek” (s.69) diye ekliyor. Böyle bir noktaya dayanarak, “Bu hikayeleri neden şimdi dinliyoruz?” sorusunu, “Neden bu hikayeler artık anlatılmak zorunda hissediliyor?” diye değiştirmek gerekiyor.

Tekrar ederek söylersem; “Geçmiş kendini kurbanda dayatıyor, tam da bu yüzden 1915 ve 1938 anlatılarının büyük kısmı, acının ve kaybın birinci dereceden akrabaları tarafından kaleme” alınıyor (2015, s.69) diyor Sema Aslan. Kulüp’ün hikayesi de senaryo ekibinde de olan Rana Denizer’in ailesinin gerçek hikayesine dayanıyor. Dizinin yönetmenlerinden Zeynep Günay Tan[5]; “… ayrımcılığa uğramış insanların din, ırk, cinsiyet ayrımı olmadan birbirlerine ortak duyguda birleşip yaklaşmasını, farklılıklarla birlikte yaşayabilmesini anlatmanın amacımız olduğu bir öykü bu” diyerek anlatıyor.

Belki de bu kez hikâyeyi dinleyenin tepkisi ile değil anlatan ile ilgilidir mesele. Israrla geçmişi anlatmak, bu biçimde anlatmak, artık atmosferin bir parçası haline gelen yabancı düşmanlığının, göçmen karşıtlığının derme çatma, yalan yanlış ve agresif diline karşı çıkabilmek için “gerçek” ve güzel bir hikâye anlatmanın gücüne sığınmaktır. Bir hikâyeyi anlatmak, anlatabilmek hem sağaltır hem de dinleyeni muhatap kılar çünkü. Birlikte bir hikâye dinlemek aynı derdin parçası yapar kalabalığı. Bana umut veriyor dolayısıyla, durmadan, duramadan, her şeye rağmen anlatma hali. Başka bir temsille anlatabilme merakı.


Aslan, Sema (2015) “İçlerini Ateşe Gösterenler: Edebiyatta 1915 ve 1938 Anlatıları”, içinde İradenin İyimserliği: 2000’lerde Türkiye’de Kadın, der. Aksu Bora, Ankara: Ayizi Kitap, ss.37-70.

Rankin, J. (2002) “What is Narrative? Ricoeur, Bakhtin and Process Approaches”. Concrescence: The Australasian Journal of Process Thought, 3: 1-12.

[1] 2021’de Google da en çok aranan kelimelerden biri Squidgame bu arada.

[2] Levent Cantek’in senaryosunu yazdığı “Yeşilçam” da 6-7 Eylül olaylarıyla başlayan bir hikâyeyi eleştirel bir yerden anlatıyor.

[3] https://trends.google.com/trends/explore?date=today%205-y&geo=TR&q=varl%C4%B1k%20vergisi

[4] Bu yazı çerçevesinde dijital platform içeriklerini tüketen izleyiciyi kastediyorum. Total’e yapılan, ulusal kanallarda yayınlanan dizileri izleyen, dijital platformları tüketmeyen izleyiciyi bu tartışmanın dışında bırakıyorum. Bu iki grubun tükettiği içeriklerin bu kadar farklılaşması, dolayısıyla dinlenen hikayelerin arasında oluşan uçurum, tek başına üzerine düşünülmesi gereken bir soru olarak duruyor.

[5] https://bantmag.com/kulup-roportaji/