İnsan farkında olmadan kimi düşüncelerle, dilden taşan duygularla, tekrarlana tekrarlana kanıksanmış döngüsel hislerle kendine eziyet edebilir… Ruh denizinin tepelerinden ve çukurlarından, arada bir durulsa da daima dalgalı seyrinden söz eden Walter Benjamin insanın rüyalarda her şeyi icra etse de hayret edemediğinden yakınıyordu. Sezilen ama idrak edilemeyen duyuşlar, damarlardaki kanın akışı, gündelik hayhuyda sakız gibi çiğnen sözler, daha fenasıysa çoğalıp yayılan alışkanlıklar; tüm bunlar rüyası görülecek maddeyi bozuyordur ona göre: bu durumda insan kendi rüyalarının aktörü değil de figüranı mıdır? Ama kim yanaşır ki kendi rüyalarında bile konuşacak neredeyse hiçbir şeyi olmayan, sahnedeki yeri çok kısa sürecek bir figüran olma fikrine… Kişi en azından kendi hikâyesinin baş aktörü olmalıdır, kaldı ki kendini evrenin merkezi addeden insan istese de esas karakter olmadan duramaz, rüyalarda dahi; ondandır boyuna anlatmak istemesi; ama söz tükenince, sessizlik hükümranlığını yeniden kurunca, belli belirsiz de olsa fark eder, konuştukça iç imparatorluğundan toprak kaybettiğini…
***
Ama sadece rüyalarda değil, uyanıkken de hayret etme yetisi körelmiştir insanın: Benjamin’e bakılırsa özneyi pırpırlı doğurgan bir telaşa sevk etmiyorsa her dikkat edimi yerini zamanla bir alışkanlığa bırakır; dikkatin alışkanlıkla kireç tutması, hayretin atıllaşmasıysa ruhsal bir dinginlik değil, aksine bir çeşit erken ölümdür. Dikkati ve hayreti diri tutuyorsa kişinin kendisine eziyet eden düşüncelerden kaçmaması gerektiği kanısındadır Benjamin: zira sıvışıp duran düşüncelerle, dolaşık duygu ve hislerle kendine yüklenen bir kişinin kulağı hiç kimsenin duymadığı kimi hışırtıları, bir sineğin titreşimlerini bile algılayabiliyordur. Çınlamalar ya da uğultular: ruh tüm bu kaygılı eşikleri aşar, aşina dünyaya sığmaz olur, ve birdenbire içinde acının “misafir” olduğu yeni bir dünyada bulur kendini; Benjamin’e göre, dikkat ve acı birbirlerini tamamlar…
***
Ne var ki, insan acının misafirliğine tahammül edemez, aslında ruh hanesinde hiçbir çıkıntı duyguya, sarsıntılı düşünceye tahammül edemiyordur ama acıya hiç gelemez, dikkati derhal alışkanlıkla takas eder, hatta mümkünse alışkanlığın ücretini öder. Burjuva özne tasarımı fazla hafife alınmıştır: burjuvazi alışkanlıktan öte pek bir anlamı kalmamış seçim sandıkları, seyahat özgürlüğü, haklar ve saire ile değil, bilhassa ücretle, nakit ödeme aracılığıyla sorun çözmeyi kanıksatmıştır modern insana. En sıradan karşılıklı ilişkilerde dahi işleyen bir mekanizma bu: Her duygunun ve düşüncenin hasar ve yarar, kâr ve zarar terazisinde bir karşılığı, bir pahası vardır. Marx’ın mecazlarıyla, tüm insanca duyguları nakit paranın buzlu sularında dondurmak yenilir yutulur bir hamle değildir. Devrim ya da reform, mesele buzları kırmak, soğuktan morarmış duyguları ve fikirleri yeniden ısıtabilmek, katı ve nobran ilişkileri bertaraf edip daha ılık ilişkileri örgütleyebilmektir. Buzlar çatlamıyor değil arada: ama modern uygarlığın kraliçesi nevroz her yanda, her türden yaşama istencine musallat olan bir suçluluk duygusu da caba… Freud’un teorisini –az biraz kıyıcılıkla- papazlığa ait bir kült olarak iliklerine kadar kapitalist zihniyetle şekillenmiş bir perspektif olması hasebiyle eleştiriyordu Walter Benjamin: bastırılmış, günahkârlıkla dağlanmış muhayyile ve içgüdüler daima bilinçdışı faizini ödüyordur ki, günahkârlık bilincinin yerini suçluluk duygusunun aldığı modern kapitalist dünyada tapınma, arınma değil, uyumlu ve normal olana yönelik bir kefaret ve mükâfat süreci işliyordur; sinirleri lime lime olmuş yaralı varlığı yeniden pazara sürmek, esasta berbat kurumsal ilişkileri tıkır tıkır sürdürmek üzere...
***
İster çapraşık çetrefil düşünceleri ister davranışları açısından olsun, önünde sonunda bir nedene ihtiyaç duyar insan, bilinmeyen karşısında afallamaktansa bilmek kişiyi teskin eder. Kendi düşünceleriyle başı dertte, duyguları allak bullak insan derhal bir nedene sarılır. Sevim Burak’ın hoş tabiriyle geçmişin “hurda ayrıntılar” dehlizinden çekilip çıkarılan bir izah, yamalı bohça misali bir yorum kâfidir yatışmak için. Her durumda acıdansa haz: buz kırıcıların en insafsızı Nietzsche tam olarak buraya atacaktır keskin bakışını: yorumlarla, nedenleri icat etme bilgisiyle gelen haz hakikatin değil, ancak kendisinin kanıtıdır. Nietzsche’ye göre, bulunduğu iddia edilen her neden başka nedenleri dışarıda bırakacaktır, ve dahası ele geçirilmiş bu neden sistemleşmeye yönelir. Bu itibarla, acı şakasını da esirgemez Nietzsche, güya ketleyen duygusal bir düğüm çözülür çözülmez, parlak bir neden hâkim olur olmaz: “Banker hemen ‘işi’ni, Hıristiyan ‘günahı’nı, genç kız da aşkını düşünür.” Normal, akli ve makbul olanı, buradan da şifayı hedefleyen ücret-para odaklı bakış, ki çoktan kurumsallaşmıştır, insanı önünde sonunda mahkûm eder; bilhassa sorumluluk mefhumu ve özgür irade safsatasıyla. Sorumluluk lafının, özgür irade masalının arandığı her yerde insanın cezalandırılmasına ve yargılanmasına yönelik despotça bir içgüdünün devrede olduğunu söyler Nietzsche:
“Oluş masumiyetinden yoksun bırakılır: özgür istenç öğretisi esasen cezalandırma, yani suçlu bulmak amacı için uydurulmuştur. Eski psikolojinin tamamının, istenç-psikolojisinin temelinde, onları yaratanların, eski insan topluluklarının tepesindeki din adamlarının kendilerine ceza verme hakkını tanımak istemeleri –ya da Tanrı’ya böyle bir hakkı tanımak istemeleri yatar… İnsanların ‘özgür’ oldukları düşünülmüştür ki yargılanabilsinler, cezalandırılabilsinler, -suçlu olabilsinler: dolayısıyla her eylemin isteyerek yapıldığının, her eylemin sebebinin bilinçte yattığının düşünülmesi gerekmiştir (böylelikle psikolojideki en temel kalpazanlık psikolojinin kendi ilkesi yapılmıştır…) Ters yönde bir harekete geçtiğimiz, özellikle biz ahlaksızların var gücümüzle suç kavramını ve ceza kavramını dünyadan yeniden atmaya çalıştığımız ve psikolojiyi, tarihi, doğayı, toplumsal kurumları ve yaptırımları, bu kavramlardan arındırmaya çalıştığımız günümüzde: bizim gözümüzde ‘törel dünya düzeni’ kavramıyla oluşun masumiyetine ‘ceza’ ve ‘suç’ bulaştırmaya devam eden teologlardan daha radikal bir rakip yoktur. Hıristiyanlık bir cellât metafiziğidir.”[1]
Benjamin bahsini açmasa da Freud’un teorisine çatarken bu cellât metafiziğinden tevarüs edilmiş, sekülerleştirilmiş, burjuva aile sahnesinde vuku bulan kimi can sıkıcı replikler duymuş olmalı. Sermayenin analojisi, suçluluk duygusu üretimi olarak bilinçdışı faiz vurgusu Nietzsche’nin psikolojik kalpazanlık vurgusuna dolayımlanır. Gelgelelim Nietzsche kapitalizm eleştirisi (ki burjuvazi onun için lafı edilmeye değmez ayaktakımıdır sadece) hattında değil, varoluşa yöneltilmiş en şiddetli itiraz olarak Tanrı düşüncesi ve bu düşünce etrafında örülmüş ahlaki ve siyasi söylemleri yıkma hattında hareket eder… Çekiç darbeleri biraz daha sert ve derine iner, mevzu mitlerse Thanatos ve Eros ikiliğine değil, Apollon ve Dionysos mitlerine demir atar Nietzsche. Bu düzlemde ve tahmin edileceği üzere “şiş ayakları” ile ahmak Oedipus’a zerre prim vermeyeceği aşikâr. Bununla birlikte, Dionysosçu kahkahadan herhangi bir Tanrı, içe yerleşmiş bir Yasa, o yasanın sesi ya da adları doğmaz; aksine diyaframdan gelen çın çın kahkahalarda mevcut tüm otorite odakları boğulup silinirler. “Tanrı’nın ölümü” söylemi –hâlâ gramere inanılmıyorsa– suçluluk duygusu gibi süslü bileşenleri de dahil cellât metafiziğinin çöküşüdür. Ne var ki, yörüngesine sadece teolojiyi değil, seküler söylemleri de alan sarsıntılı bir çöküştür bu. Nitekim bundadır; Lacan’ın azaplı bir muziplikle Nietzsche’nin “Tanrı’nın ölümü” formülasyonunu psikanalizden sürmek, hiç değilse “iğdiş edilme kompleksinin” bir semptomu olarak şakacı bir şekilde yorumlamak istemesi: ama aslında cin gibi farkındadır; Tanrı ölürse psikanaliz işsiz kalır…
***
Şimdiye kadarki en korkunç ve zalimce suç; oluşu masumiyetinden yoksun bırakmak üzere türlü hokkabazlıklar, dil oyunları icat etmek, ahlaki ölçütler geliştirmek, iyi ve kötü kavramları üzerinde iktidar olmak, tüm bu dalavereleri de teoloji, kelam, hakikat şu bu diye yutturmaktır: Nietzsche’ye göre, insanı “mutluluk ideası”na ya da “ahlak ideası”na yönlendirebilecek her amaç kavramı kuruntudan ibarettir; “kişi zorunludur, felaketin bir parçasıdır ve bütüne aittir.” Dolayısıyla onu yargılayabilecek, ölçebilecek, mahkûm edebilecek hiçbir şey yoktur. Büyük özgürleşmenin ilk adımı oluşun masumiyetini yeniden kazanmak için “ilk günah” da dahil tüm “ilk neden” söylemlerini kapı dışarı etmek, daha da önemlisi suç ve ceza kavramlarını külliyen varoluştan uzak tutmaktır. Aksi halde kalpazanların, sürüsüne bereket modern rahiplerin kulu kölesi olmak kaçınılmazdır…
1 Nietzsche, Putların Batışı ya da Çekiçle Felsefe Nasıl Yapılır, çev: Mustafa Tüzel, İstanbul: İthaki Yayınları, 2005, s. 47.