Kıvılcımlı, Kadir Bilmek ve Tartışmak
Tanıl Bora

2021, Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın ölümünün (22 Ekim 1971) 50. yıldönümüydü. Alâkadarlar arasında üzerine epey konuşuldu, yazıldı. Kıvılcımlı Enstitüsü, “50. Yıldönümünde Dr. Hikmet Kıvıcımlı’nın Mirası” başlıklı dolgun bir tartışma programı yürüttü:  KARSI MAHALLE Bundan birkaç yıl önce, Dipnot Yayınları’nın 2017’de çıkardığı Hikmet Kıvılcımlı Kitabı’nda, kıdemli Kıvılcımlı müfessirleri Demir Küçükaydın ve Metin Kayaoğlu yanında özellikle Necmi Erdoğan’ın, gerçekten zihin açıcı katkıları yer almıştı. İçinde bulunduğumuz yıl İletişim’den kitaplaşan, Canan Özcan Eliaçık Barbarın Tarihi Ezilenin Dini (İletişim Yayınları) çalışmasının, Kıvılcımlı’nın düşüncelerinin akademik nazara açılması bakımından önemliydi. (Bildiğim kadarıyla Kıvılcımlı üzerine yapılan ilk akademik çalışma, Süha Ünsal dostumuzun 1996’da Akdeniz Üniversitesi’ne sunduğu “Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Vatan Partisi” başlıklı yüksek lisans tezidir.)

Yılın son yazısını, Kıvılcımlı’yı anmaya ayırmak istedim.[1]

***

Yuvarlak rakamlı yıldönümleri tabii anmalara vesiledir ama Kıvılcımlı’nın zaten son birkaç yıldır daha geniş ilgi gördüğünü gözlüyoruz. Yani kendi bağlıları dışında da merak konusu oluyor. Bu ilginin sebebi ne, nice zaman meraklısına mahsus kaldıktan sonra, neden keşfedildi?

Bir nedeni, dine ‘başka türlü’ bakan bir sosyalist olması olabilir. Popüler bir dille İslâmiyetin sosyalist bir okumasını yaptığı Eyüp konuşması, son yıllarda herhalde Kıvılcımlı deyince en çok zikredilen, en meşhur olmuş metnidir. Gerek müesses yani neoliberal-muhafazakâr İslamcılığa mukavemet eden İslamcılar (anti-kapitalist Müslümanlar gibi) veya İslamcı olmasa bile bu mukavemeti önemseyenler için, gerekse İslamiyetin tarihsel-toplumsal ‘maddesini’ (Kıvılcımlı deyimiyle) anlama gayretine girenler için, “Doktor”un verimli bir kaynak olduğu aşikâr.

Kürt meselesine ilk ‘uyananlardan’ biri olduğunun fark edilmesi de, Kıvılcımlı’ya dönen âhir ilginin sebeplerinden biri olmalı. (Metin Kayaoğlu, demin zikrettiğim yazısında, bu ‘uyanıklığın’ abartıldığına dikkat çeker.)

Tabii, sosyalizmin şu fetret devrinde, kaynakları yeni baştan elden geçirme çabası da, Kıvılcımlı’nın fark edilmesinin âmillerindendir – öyle bir çabaya girenler için. Deyim yerindeyse ortodoksi içinde heterodoks olması, yani hem tam imanını koruyup hem sapkın sayılan yollara açılması, bir cazibe kaynağı. “Özgün” sıfatının, -kimileri için hayranlık dolu, kimileri içinse hafif alaycı kullanımlarıyla-, Kıvılcımlı kadar yakıştığı az düşünür vardır. Bir Kıvılcımlı metni, bir okuma ve düşünme macerasıdır. (Altyapının belirleyiciliğini “ölü aletlerin diri insanı oynatması” diye anlayan ekonomizme karşı durması ve insanın kolektif eylemini “üretici güç” mertebesine koyması, bence onun düşüncesinin solmaz cevheridir.)

Sanırım, Kıvılcımlı ilgisinde, -bu ilginin ne kadar onu okumaya döndüğünü bilmediğimi tekrarlıyorum-, yeni bir şey keşfetme, kadri bilinmemişin kadrini bilme zevkinin de payı var. Kadir bilme taşkınlığı, diyelim.

***

Zaten Kıvılcımlı’nın bir ‘olayı’ da, bizzat, kadrinin bilinmemesi değil midir? Sağlığında, özellikle ömrünün son deminde, 12 Mart darbesi sonrası kanserli halde yurtdışına çıkmış, Sovyetler Birliği ve bağlı kuruluşlarına kabul edilmeyerek ülkeden ülkeye sürüklenirken yazdıklarında, kazan dışı sayılmaktan, ‘tanınmamaktan’ dertlenmişti. Öncesinde de, gerek TKP gerek TİP yöneticileri nezdinde, gerek yazar çizer erbabınca muhatap alınmamaktan…

Bu, Türkiye’de -birçok başka yerde de mevcut, ama burada epey bariz- yapısal bir “aydın meselesi” değil mi? Kaale alınmama, kadri bilinmeme üzüncü… Bu üzüncün, entelektüel faaliyeti bir yandan boğan, bir yandan da mübalağalara kışkırtan bir etken olduğunu düşünüyorum. Buradaki duygusal birikme, -ve maraz-, kadri bilinenin de, düşüncesinden çok, kadri-bilinmesi-gereken-kişi-oluşu bakımından ilgi konusu olmasına yol açabiliyor.

***

Kıvılcımlı’nın tanınma, kaale alınma derdi, hiç şüphesiz, onun sayışıyla sayalım, “döşem, dayam, giyim, kuşam, yeyim, içim, hadem, haşem…” ile ilgili değildi. Tartışma eksikliğiyle ilgili bir dertti. Yazdıklarının, fikirlerinin yine onun tabirleriyle “susuş kumkumalığı, susuş suikastı, suskunluk konspirasyonu” ile karşılanmasından muzdaripti.

Özellikle ’60’lardaki yazılarında, tartışmanın kendisine olan hasretini, tartışmanın kendisine verdiği değeri duyuran çıkışları var. Tarih Tezi çalışmasının ilk bölüm başlığı “Tartışılacak tarih tezi”dir; tartışmak için yazdığını özelikle söyler. Türk Solu dergisine yazdığı ilk yazısının başlığı: “Tartışabilir miyiz?” 1970’te çıkan 27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi’nin epigrafı: “Dayanabilirsek; kendi kendimizi eleştirelim.” 1970 Ocak’ında Dev-Gençlilere verdiği seminerlerde, karşılıklı tartışmaların, -“toleransla mümkün mertebe,” diye de ekler-, diyalektik düşünce idmanı olduğu söyler.

Demokratik Zortlama’da “Allah bizi ‘her şeyi biliyorum, bunda böyle hiçbir şey öğrenemem’ eğilimli tıkanıklıktan ve ölüm körlüğünden korusun,” duası ederken; sözünü sakınmayan polemiği özler: “Yanlış saydıklarımızın üzerine kalem efendisinin çelebi kalemtıraşı ile değil, sevimli halk filozofumuz Nasreddin Hoca’nın yatağanı ile gitmek...” (Orhan Koçak’ın, -Nasreddin Hoca’yı boşverirsek-, hep özlediği şey!) Cemil Meriç, Kıvılcımlı’yı esasen “polemikçiliğiyle” ayırt etmişti. Belâgat ve şahsiyat polemikçiliği değildir bu, meselesini açma, derinleştirme cehdidir. Tabii tartışmasızlık, Kıvılcımlı’nın kendi fikir akışını da dara sokmuş mudur; sokmuştur.

***

Daha eski bir metninde, Yol’u açıkladığı Genel Düşünceler’de, “Bizde en eksik olan şey, yazıyla düşünce bildirme biçimidir,” diye yakınmıştı. Onun yerine, “ağız içinde geveleme, dedikodu” hüküm sürüyordur. Günlük notlarında, 8 Temmuz 1971’de “Babil artığı Türkiye’de ‘eşsiz örneksiz’ demagojiler ciddiye alınır,” notunu düşmüştür. Şahsiyata dökme, tartışma-eleştiri fıkdanının temel marazlarındandır ona göre: “Türkiye’de gerek basın, gerek diğer kürsüler, öznel, yani bireysel olmayan, tersine nesnel, yani yalnız sosyal sınıfsal olan bir ağız ya da kalem tartışmasına gelemez.” Hakaret, aşağılama gırla gider; “her kalemşör böyle ince Sulukule edebiyatına sıvanır… Alaturka dediğimiz eleştiri ve tartışma tarzı budur.” 1970’de Oportünizm Nedir? broşüründe, “Dedesinin ‘gâvur,’ babasının ‘komünist’ sözcüklerini kullandıkları yerde, genç ‘oportünist’i kullanıyor,” derken serpilen Marksist sol hareketin de bu “alaturka” geleneği sürdürdüğü kanısındadır.

Yine Dev-Genç seminerlerinde, onun için, “ithamdan önce birbirimizi anlamaktan vazgeçmeyelim,” diyor, nadiren yaptığı üzere güngörmüşlüğünün hatırını isteyerek; “kardeşçe tartışmak”tan söz ediyor.

‘Kim diyor?’dan ‘Ne diyor?’a sıra gelmemesi, düzeyleri-bağlamları tefrik etmeden birbirine dolamak veya düzleyip hemzemin hale getirmek, aklın fikrin birikememesi ve hep yeni baştan icat edilmesi… bu problemler berdevam değil mi?

***

Kıvılcımlı, üç neden görür bu tartışma-eleştiri kıtlığında: Tarihsel gelenekler (ki Babil’e kadar uzanıyordur), genel kültür düzeyi düşüklüğü, küçükburjuva öğesinin üstünlüğü. Tartışmaya açık – hele şu “tarihsel gelenekler” dediğiniz…

Başsız Develiğimiz’de de, düşünsel gerilik diyebileceğimiz durumda  “küçük burjuva aydın ulemalığı”nın payını yinelerken, şu ürpertili sözleri söylüyor: “Altbilinç korkunçtur. Oraya püskürtülmüş her incir çekirdeği baskı altında tutuldukça dinamitleşir.” Memleket okur yazar muhitlerinin marazlarında “altbilinçteki korkunçluklar”ın payı, günümüzde de sohbetlerde korkunç şüphelerin konusu, malûm.

***

Kıvılcımlı’nın entelektüel dünyayla, özellikle solun düşünce dünyasıyla derdi, -kadirbilmezlikle ve tartışmasızlıkla da alâkalı-, yerli düşünsel üretimin küçümsenmesi ve bir tür aşağılık kompleksiydi. 1969’da yazdığı bir metnindeki ifadesiyle. “Batılı bilgin önünde yamyassı aşağılık duygusu kadar, kendi toprağındaki düşünüre karşı, karlı dağları ben yarattım sanan aşağılık kompleksi…”

1967’de bir konferansta Sadun Aren’in “Türkiye kapitalizme geçişte neden geri kaldı? Bunu ben bilmiyorum. Bilen de olduğunu sanmıyorum” deyişine şöyle itiraz etmişti: “Bilim bilinmeyenlere doğru savaştır. Türkiye’nin konuları profesörlerimiz tarafından niçin bilinmiyor?” Türkiye’nin sosyal yapısının gerçekten incelenmek, tartışılmak yerine “Türkçeye yeni çevrilen yamalak aktarmacıklarla” yetinilmesinden müştekiydi. 1970’te Toplum Biçimlerinin Gelişimi’ne önsözde şöyle yazmıştı: “Dünyanın yedi iklim dört bucağında, okyanusun derin diplerinde bir ufacık Batılı düşünce işittiler mi yeryüzünün en coşkun heyecanı ile onu kamuoyuna sunarlar… Türkiye’de içlerinden biri aynı konuyu işlemişse, yüzüne karşı ‘vallaha bilmem’ derler, ardından katıla katıla değilse bıyık altından gülerler.”

1970’de bir metninde, yine Tarih Tezi etrafındaki tartışmasızlıktan yakınırken, “ne idüğü belirsiz bir adı işitilmedik kişi tarih tezi uydurmuş… Bu ne cür’et” diye özetler karşılaştığı susuş kumkumalığını. Sözün başında, “Türkiye gibi horoz ötmez, gün batmaz bir ülkede” ibaresi var, devamında da “dünyamızın bu sapa bucağında…”  30 Temmuz 1971 tarihli bir notunda: “nankör geri Türkiye ortamı…” diyor. Başka bir yerde: “Türkiye ‘obscurantisme’ denilen bir Ortaçağ artığı bilim ve bilinç yasakçılığına değnekçilik edenler ülkesidir.” Memleket aydınındaki aşağılık kompleksinin ‘haklı’ sebepleri de olduğunu düşündüğünü sezeriz, yazdıklarından.

***

1930’larda yazdığı ama yaklaşık kırk yıl sonra açığa çıkan Legaliteyi İstismar metninde, sosyalistlerin meselelerini anlatmadaki kısırlığına hayıflanmıştı: “Her şeyi gözüyle görmeye, eliyle tutmaya alışmış anadan doğma salt somut ‘gerçekçi’ insana gösterecek ne kadar az ‘her göze görünen’ şeyimiz olduğu”na dikkat çekerek. Her göze görüneni sahih anlatabilmek için, her göze görünmeyeni derininden anlamak gerektiğini de biliyordu. Her iki göz için verdiği muazzam emek, muazzam “her şeye rağmen” azmi, onu kadir bilmezlik ve nankörlük duvarının üzerinden aşırmıştır.


[1] Kıvılcımlı hakkında daha etraflı bir yazım: “Trajedisinden başka…” Türkiye Solundan Portreler (HazırlayanlarEmir Ali Türkmen – Ümit Özger, Dipnot Yayınları, Ankara 2015, s. 201-234.