Yalçın Armağan’ın İmgenin İcadı: İkinci Yeni’nin Meşruiyeti kitabı (2019) bize bir yöntem (ya da çalışma tarzı), bir de paradoks sunuyor. Önce kitabın tezini veya ana yönelişini de oluşturan paradoksu özetleyelim: Attila İlhan 1950’lerde Garip’in “akla dayalı” şiirine karşı “imgeye dayalı” bir şiirin kavgasını verirken aynı zamanda Türkiye’de ilk kez “imge” teriminin eleştirel söyleme yerleşmesini sağlamış, ama edebi tarihin bir cilvesiyle bu durum İlhan’ın kendi şiirinin değil de onunla eşzamanlı başka (rakip) bir akımın, İlhan’ın hiç sevmediği İkinci Yeni’nin meşruluk ve itibar kazanması sonucunu vermiştir. Kitapta bazı ikincil vurgu ve gözlemler de var, en önemli ikisi şunlar: İkinci Yeni şairleri kendi eleştiri yazılarında imge kavramının nerdeyse hiç üstünde durmamışlardır; İkinci Yeni’nin itibar kazanması ve popülerleşmesi, imge kavramının ilk güncelleşmesinden sonra, hatırı sayılır bir gecikmeyle gelmiştir (80’li yıllar ve sonrası). Bunlar temel tezi de tehlikeye atabilecek, onu ilginç ve doğurgan bir paradoks olmaktan çıkarıp düpedüz yanlış, isabetsiz tespitlere dönüştürebilecek vurgular. Ama bir paradokstan verim almak istiyorsak onu çalıştırmalı, hem kendi örtük varsayımlarına hem de incelenen nesnenin (“imge kavramının tarihi” diyor Armağan) içeriğine ışık tutmasını sağlamalıyız. O zaman paradoksun bir mantıksal açmaz olmaktan çıkarak yeni bilginin, paradoksun başlangıç terimlerinde yer almayan ilave bilginin üreticisi haline geldiğini görebiliriz belki.
Yöntemini tanımlamaya bir alan sınırlamasıyla başlıyor Armağan, bir püskürtme ve savunu hamlesiyle: “İmge kavramının açıklığa kavuşturulacağını umut ederek bu kitabı alan okuru hayal kırıklığına uğratacağımı daha ilk cümlede belirtmeliyim. İmgenin ne olduğuna değil, Türkiye’deki kısa tarihine odaklanılıyor bu kitapta.” İmgenin kendisinden değil, bu ülkedeki tarihinden söz edilecektir. Yazar, şiirsel imge kavramıyla ilgili kendi düşüncelerini parantez dışına alarak, kavramın 1950’lerden 80’li yıllara ve sonrasına kadar eleştirel yazın içindeki serüvenini incelemeyi vaat ediyor. Yazılan şiirdeki imge belirişlerine değinmeden, şiirin kendisinde ne olup bittiğine bakmadan, o dönem boyunca edebi “faillerin” (şairlerin, eleştirmenlerin, yayıncıların) imge konusunda ne dediklerine ve demediklerine odaklanmak: pratikteki imgeyle değil de teorideki imgeyle uğraşacağız. Demek özgül anlamda bir eleştiri çalışması değil, belki bir edebiyat tarihi bile değil, bir edebiyat sosyolojisi veya ekolojisi var önümüzde: Üvercinka’nın içini değil dışını tanıyacağız, kendisini değil çevresini, ortamını, karşılanma/algılanma koşullarını.
Biraz ilerde, yöntemin konuyla bağı da açıklanacaktır: “Bir edebi tür, akım ya da tarz nasıl meşruiyet kazanır? Hele ilk ortaya çıktığında direnişle karşılanmışsa bu direniş nasıl kırılır? Metin merkezli edebiyat eleştirisinin ilgilenmeyeceği ama edebiyat tarihinin, özellikle edebiyat sosyolojisinin kayıtsız kalamayacağı bir sorudur bu. Hatta kayıtsız kalamamak bir yana, edebiyat tarihinin ve edebiyat sosyolojisinin varlık nedeni bu tür sorulara cevap aramaktır”. “Metin merkezli eleştiri” derken eldeki edebi ürünün kendisine odaklanan, orada ne olup bittiğini soruşturan eleştiriyi kastediyor olmalı yazar. Zaman zaman bununla eşanlamlı veya yakın-anlamlı bir “biçimci (formalist) eleştiri” kavramı da çıkıyor karşımıza. Ama Armağan’ın hiç kurcalamadan benimsediği şu varsayım bence tartışılmaya muhtaçtır: “metin-merkezli eleştiri”, yapıtın dışla ilişkisiyle, nasıl meşruiyet kazandığı, kendi gücünü nasıl kabul ettirdiği ve daha eski edebi değerleri nasıl dönüştürdüğüyle “ilgilenmez.” Buna karşılık edebiyat sosyolojisi de yapıtın biçimine ve içeriğine dönüp bakmayacaktır.
Oysa işin içine “değer” ve “itibar/meşruiyet” ölçütleri girdiği anda “iyi mi kötü mü” ve “hangisi daha güçlü” gibi soruları da çoktan sormaya başlamışız demektir. Bu da bizi dosdoğru hem yapıt-içi hem de yapıtlar-arası bir bölgeye taşır. Armağan’ın kendisi de bir edebi mücadeleden söz etmiyor mu: direniş ve direnişin “kırılması”? Çekişmeden galip ya da mağlup çıkmanın yapıtın ne ve nasıl olduğuyla hiç mi ilgisi yoktur? İtibar ve değer gibi şeylerin özsel olmadığını, hatta bütünüyle göreli, “itibari” ölçütler olduğunu kabul edebiliriz. Ama bunu kabul etmek bir şeydir, yapıtın başarı ya da başarısızlığını sadece “dış koşulların” etkisine bağlamak bambaşka bir şey. 2013 Gezi Direnişi sırasında “Turgut Uyar’ın askerleriyiz” diye bir slogan ortaya çıkmışsa eğer, bunun sebebi 1950’lerden beri imge teriminin şiir söyleminde hep dolaşımda tutulması, bir bakıma “propagandasının” yapılması mıdır? İmkânsız Özerklik gibi iyi bir kitabın yazarının buna gerçekten inandığına ihtimal vermem. Bana kalırsa eleştirmen kaskatı bir “metin-merkezli” versus “sosyoloji” ayrımıyla kolayı seçmiş oluyor burada: yapıtların veya akımların karşılıklı değerlendirmesine girme, onların sözcükleriyle, cisimleriyle karşılaşma, uğraşma zahmetinden kurtulmuş oluyor.
Paradoksun hareketine geçmeden önce söylenmesi gereken bir şey daha var: Amerikan akademyasında 70’li, 80’li yıllarda “metinselci” eleştiri ile “yeni tarihselci” yaklaşım arasında hâlâ bir ayrım vardı belki. Ama bugün yine hayranlıkla okuduğumuz eleştirmenlerde ortadan kalkıyordu bu karşıtlık. Armağan metinselciliğe örnek olarak kitabın bir bölümünde Hüseyin Cöntürk’ün yazılarını inceliyor. Cöntürk’ün büyük ölçüde Amerikan “Yeni Eleştirmenlerden” devşirdiği sınırlı bir kavram setiyle İkinci Yeni’yi değerlendirmeye çalışırken içinden çıkamadığı sorunlara boğulduğu ve sonunda da pes ettiği doğrudur. Oysa bu eleştirmenlerin en iyilerinin, mesela bir R.P. Blackmur’un yazılan şiire bakarken asıl ilgilendikleri tastamam buydu: belli bir kültürel/edebi ortam içinde yeni gelen kendine nasıl yer açıyor, eski mutlakları nasıl görelileştiriyor, yerleşik ustaları nasıl ve niçin yerinden edebiliyor? Şu farkla ki, bunun sadece ürünün “dağıtım/yayılma koşullarına” bakarak anlaşılabileceğini düşünmüyorlardı; “metnin” kendisinin de bir payı olmalıydı. – Devamı haftaya.