İBB Operasyonu, Seçim Güvenliği ve Siyasetsizlik
Işıl Kurnaz

Yerel diye ifade ettiğimiz şey, aslında kendinde bir hikâye içerir, doğal olarak. Ama yerelin kendi anlamından soyutlandığı bir bağlam da var tabii. İlknur Üstün bu çapraz ve ters bağlantının handikabını ne güzel anlatmıştı: “Hikâye, ne kadar özelleştir, mekân ne kadar yerelleşirse, siyasetin dışına düşme olasılığı o kadar artıyor.”[1] Anlatmaya çalıştığınız şey, bazen tam olarak neyi kastetmediğinize dair tercihinizle de şekillenebilir, bir tür seçimle. Çünkü feminist politikanın öğrettiği kadim bir bilgiydi, hikayeler özelleştikçe, mekân daraldıkça – gerçek ve metaforik anlamıyla aile ve ev [2], o kadar politik ve o denli siyasetin içindeydi. Bir tür bağlama noktası diyelim, dikiş tutmaz sanılan o yerel hikâyeye, basbayağı kendinden siyasete dikili olduğunu gösterme çabası.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne yapılan şeyin, tam olarak ne olduğu üzerine biraz daha eni konu düşündüğünüzde, yapılanın bir Bakanlık operasyonundan çok daha fazla bir anlamı olduğunu da görüyorsunuz. Meselenin sadece CHP’nin kazandığı İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne duyulan kin ve hırsla, AKP’nin uzun yıllar sonra İstanbul’u bırakmak zorunda kalmasının yarattığı şaşkınlık ve öfkeyle ilgili olmadığını da… Çünkü öyle olsa, zaten türlü çeşitli kanun değişiklikleriyle, Belediye’nin yetkilerini tırpanlayan, o yetkileri merkeze ve siyasi iktidara aktaran karar ve düzenlemelerle, pekâlâ Belediye’nin işlevsizleştirilmesi yeterli görülürdü. Görünürde yetkisiz bir İstanbul Belediyesi, arka planda Belediye’nin tüm yetkilerini ve kaynaklarının kullanımını teker teker bakanlıklara aktaran yapısal kurumsallaşma AKP için pratikte fazlasıyla kullanışlıydı belki. Hatta getirilen zamları Ekrem İmamoğlu’nun yaptığına inandırma siyaseti, yerelde işliyordu bile… Ama yerel, nasıl ki siyasetin dışında değilse, nasıl ki hikâye özelleştikçe siyaset-dışına düşmüyorsa, bu operasyon da sadece görünürdeki siyasi hesaplaşmaları bitirmeyi, o düelloyu bildik tanıdık bir mecraya yani merkezi iktidara taşımayı amaçlamıyor. Bundan epey büyük resim çiziyor: Önce duygular siyasetiyle yani yenilmişlik hissini, seçimde yenemediğini masada mağlup etmek üzerinden bir güç gösterisiyle kapatıyor.

İşin salt ekonomi-politikle ilgili olmamasının nedeni de bu sanıyorum. Sadece bu olsaydı, imardan arazilere kadar Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na aktarılan yetkiler, rant politikasının itinayla sürdürülüyor oluşundaki süreklilik ve tutarlılık, siyasi hırsı karşılıyor olurdu. Ama bunun yeterli görülmediği, buradan taşan bir şey olduğu ortada ki siyasi dilin değiştirildiğine, yerel yönetimin özerkliğinin çok daha derinden ve sistematik taarruza maruz bırakıldığına şahit oluyoruz: Yerelin kökleştiği toprağından çıkarılmasına, o dile ve lügate çok tuhaf ve tanıdık kavramların yerleştirilmesine, girdiği yerin içini doldururken anlamını boşaltan “terör” toptancılığının, bir yereli nasıl köksüz bağsız bıraktığına…

Seçimin mutlak meşruiyeti ve milli iradenin sihirli anahtarıyla iktidara gelmiş bir partinin, seçim tanımayan ve henüz baştan nereye varacağı belli olan hamlelerle siyaset yapıyor oluşu, büyük oranda siyasetsizlikle de ilgili tabii. Belki bu yüzden de milli iradenin ve mutlak seçim meşruiyetinin, yani büyüye bulandırılmış anlamıyla katılımın sınırları ve tuzakları üzerine de bir nebze olsun eleştirel düşünmenin kapılarını açmak gerekiyor. Çünkü eşitliğin ve özgürlüğün, her zaman yasanın çizdiği sınırlarla karşılanmadığını biliyoruz… Çünkü “eşitlik ve özgürlük talebi, bazen o yasayla karşı karşıya da kalır. İşte o zaman sınırları ihlal etmek gerekir.”[3]

Bu eleştirel düşünmenin kapısını açan şeylerden biri olarak seçim kanunlarında yapılacak değişiklerden bahsetmek ayrıca bir yol sunuyor tabii. Siyasi Partiler Kanunu’ndaki ek madde 1’in değiştirilmesinden ve teröre destek veren partilere hazine yardımının kesilmesinden bahsediliyor. Hazine yardımının kesilmesi için gereken yargı kararı ve Anayasa Mahkemesi güvencesinin nasıl derdest edileceği, bu değişiklik ihtimalinde yatıyor. Partilerin seçimde çıkardıkları milletvekili sayısı baz alınarak divan ve komisyon üyeliklerinin belirlenmesi de ayrıca gündemde. Bu şu demek, bir partinin yarısı bile istifa etse divan üyelikleri ile komisyon üyeliklerinin sayısında bir değişiklik olmamasına dair bir düzenleme gelecek. Bununla hem yeni kurulan partilerin divan ve komisyonlarda temsili mümkün olmayabilecek, hem de meclis içi siyasal muhalefet imkânı ortadan kalkacak. Yani muhalefet partilerinin istifa ederek bir komisyonunun meşruiyetini tartışmaya açma yolu artık mümkün olmayacak. Demokrasi dışı siyasetin, tam da parlamenter muhalefetin susturularak nasıl işler kılındığını bu kristal fikirden de görebiliriz. Seçim kurulu başkanlarının en kıdemli hâkimden oluşması hükmünün kaldırılarak, kurul başkanlarını atama yetkisinin YSK'ya bırakılması da bambaşka bir çelişki olarak sistemin ortasına yerleştirilecek tabii. En kıdemli hâkimin başkan olmasına dair hiç değilse bir norma bağlanan güvence, belki de kimin başkan olarak atanacağının önceden belli olduğu bir yerleşik uygulamayı siyasi hayata yerleştirecek. YSK kararlarının herhangi bir yargısal denetimle incelenmesi mümkün olmadığı için, uzay boşluğuna fırlatılan ve hüküm ve sonuçlarını fırlatıldığı anda doğuran ama fırlatıldıktan sonra yakalanması mümkün olmayan bir kuyruklu yıldız olarak siyasi tarihteki yerini alacak. Bu düzenlemeler, iktidar cenahında konuşulan ve yapılması muhtemel olan değişikliklerden birkaçı… Siyasi hayatın ne kadarında etkili olur, ne dereceye kadar yapılır, bu başka bir siyasi öngörünün konusu. Ama zihni sinir bir düşünce sistematiğiyle ortaya atılması bile siyaseten bir şeyler söylüyor tabii. Siyaset ile o siyasetten etkilenenler arasındaki bağın nasıl tümüyle kesildiğini göstermesi gibi…

İstanbul Büyükşehir Belediyesi meselesi, tüm bu tartışmalardan, değişiklik ihtimallerinden, siyasetin ne olarak görüldüğünden bağımsız değil. Demokrasinin amaca giden yolda bir araç, gerektiğinde inilebilecek bir tren olması belki eskide kalmış bir metafor -her metafor gibi gerçeklik de taşıyordur muhakkak, ateş olmayan yerden metafor çıkmayacaktır belki de. Ama artık benzetme, yerini yavaş yavaş siyasete bırakan bir şey haline geldi. Amaca giden yolda siyasetsizleştirilen, içeriğinden soyutlanmış, hatta besbelli içeriksizleştirilmiş bir siyaset karşımızdaki.

Demem o ki siyaset, hiçbir duruş ve ilkeye bağlı olmadan şekil değiştirebilen, istediğiniz biçimi verebildiğiniz başka türlü bir metafor olarak geri döndü, siyaset sahnesine.  Ama fırlatıldığı bu yerden onu yakalayıp, bir başka şey olarak geri döndürmek hep mümkündür. Sonuçta siyaset, biraz da kendinden ve kendi için de siyasettir. Onu kullanışlı metaforların torbasına attığınızda, o torbayı aşağıdan delmenin bir yolunu, sanırım bir şekilde bulması hep bundan.


[1] İlknur Üstün, Türkiye’de Yerel Siyaset ve Feminizm: Kadın Koalisyonu, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: 10. Cilt, Feminizm, s. 620.

[2] Evin, nasıl içli ve dışlı bir metafor olduğuna dair: Aksu Bora, Metafor Olarak Ev, https://birikimdergisi.com/haftalik/10761/metafor-olarak-ev

[3] Üstün, age, s. 621.