Görünmez Emeğin Müzesi
Aksu Bora

İspanya’da, Bilbao’nun on, on beş kilometre uzağında, Ria Nehri'nin Atlas Okyanusu'na kavuştuğu yerde, çok etkileyici bir sanayi müzesi var. Portugalete Müzesi. 20. Yüzyılda Avrupa’nın en büyük demir çelik işletmesi, oradaymış. Ria’nın bağrından çıkardıkları demiri işledikleri devasa bir fabrika. Şaka değil, işçi sayısı 40 bine dayanmış bir ara. “Demir bölgesi”. İspanyol yazar Pino Baroja demiş ki “Yarım adanın herhangi bir başka yeri yoktur ki nehrin bu on dört, on beş kilometrelik kısmı kadar etkileyici bir güç, çalışma ve enerjiyle karşılaşasınız.” Gerçekten de müzedeki fotoğraflara baktığında insanın etkilenmemesi zor. Kocaman fırınlar, kan ter içinde bu fırınlardan kor halindeki demiri kazanlara akıtan adamlar… O gücü ve enerjiyi hissediyorsunuz. Ve birlikteliği. Çalışmanın bağladığı erkekler topluluğu. “İşçi sınıfı”nın cisimleşmiş hali gibi. Fırınlardan ateşten nehirler halinde akıttıkları demir gibi meydanlara aktıklarını hayal edebiliyorsunuz.

Çalışma hiçbir zaman tek bir formda değildi tabii. Ama yirminci yüzyılın sanayi işçisi imgesi, bu adamlardı. Kol emeği. Böyle bir emek tarzı ve böyle bir imge, yalnızca emekçileri değil, onları çevreleyen bütün bir bağlamı, kentleri, sokakları, evleri, parlamentoları, filmleri, romanları… da biçimlendiriyordu.

Bundan yüz yıl sonra, bugünün emekçileriyle ilgili bir müze kurulsaydı, ziyaretçiler orada ne görürlerdi?

2022’ye Türkiye’nin en büyük alışveriş platformlarından biri olan Trendyol emekçilerinin direnişiyle girdik. Firmanın dayattığı %11’lik zammı kabul etmediler; resmi enflasyon rakamı %36 iken ve firmanın müşteri sayısı iki yılda üç kattan fazla artmışken, bu zammın sefalet ücreti anlamına geleceğini söylediler. Direnişleri sonuç verdi, firmayla %38’lik zamda anlaşıldı.

Trendyol işçilerini Scotty için çalışanlar takip etti, #kargocuyladiren dediler. Dünyanın başka yerlerinde, örneğin Kore’de, İngiltere’de, Brezilya’da da kuryeler ağır çalışma koşullarına, düşük ücretlere, güvencesizliğe karşı isyan ediyorlar.

Kuryelerin çalışma biçimleri, kapitalizmin yeni emek düzenlemelerinin billur bir örneği gibi. Bu düzenlemelerin temel özelliği, emeğin görünmezleştirilmesi. Emeğin emek olarak tanınmayıp çalışmanın “kendi işinin sahibi olmak”mış gibi yapılması, işvereni her türlü sıkıntıdan kurtaran, mükemmel bir çözüm. Ne sigorta ödemesi gerekiyor, ne iş kazasından sorumlu, ne emekli tazminatı derdi var.  Çalışanlara “girişimci” muamelesi yapılıyor ama aslında basbayağı işçiler ve üzerlerinde korkunç bir baskı var. Uzun çalışma saatleri, yetişecek siparişler, hastalık izni yok, yeterince sipariş yoksa sözleşme de yok.

Bu berbat çalışma düzeninin filmini tabii ki Ken Loach çekti: Sorry, We Missed You.

İngiltere’deki büyük bir lojistik firması olan Deliveroo’yla sözleşmeli çalışan bir işçi, şöyle söylüyor: “Bence Deliveroo hepimizin genç, orta sınıf adamlar olduğumuz, havalı kıyafetler giyip biraz ek para kazanmanın peşine düştüğümüz imajını yaymaya çalışıyor. Aslında kuryelerin çoğu göçmenler ya da küçük şehirlerde yaşayan işçi sınıfından insanlar; çoğunun da tek işi, geçimleri buna bağlı. Her yaştan insan var, 18’den 50’lerine kadar. Kendi bölgelerinde yeterli sipariş olmazsa, vardiyadan kesiliyorlar. Deliveroo bu havalı teknoloji start up’ı imajını ne kadar sürdürebilir ki?”

Bu havalı teknoloji platformlarının çalışma düzenine “platform kapitalizmi” deniyor kibarca, ya da “gig ekonomisi”. Satıcılarla alıcıları bir araya getiren bir tür arayüz işlevi gören firmalar, pek az çalışanla ve çok sayıda “girişimci” ile işi götürüyorlar- bir de dijital uygulama ile tabii. “Bir tıkla kapınızda”.

Bütün bu girişimcilik, kendi işinin sahibi olma, motorsikletle dolaşma, özgürlük hikâyesi, benzer bir başka hikâyeyi hatırlatıyor: freelance çalışmayı. İkincisinde de özgürlük var, üstüne bir de yaratıcılık!

Angela McRobbie, 2016’da “Yaratıcı Ol” diye bir kitap yayımlamıştı. Burada, Blair dönemi Londra’sında, yaratıcı endüstrilerde çalışan gençlerin (asıl olarak da genç kadınların) çalışma biçimlerini ve çalışmaya ilişkin algılarını ele alıyordu. Tıpkı “kendi işinin sahibi” kuryeler gibi, bu tasarımcılar, içerik üreticileri, çevirmenler, editörler… de “yaratıcı” işler yapıyorlardı. İşin işten başka her şey demek olduğu tuhaf bir durum; sanki çalışmıyorsun da “tarz yapıyorsun”! McRobbie, bu genç insanların yaratıcılık hikâyesine inanmaktan çok, başka çareleri olmadığı için o düşük ücretlere, belirsiz çalışma saatlerine, mobbing ve tacize katlandıklarını anlatıyordu.

Geçen ay yayınlanan bir başka kitap, Freelance Emek/ Ofissiz Çalışmanın Sınıfsallığı da benzer bir alana bakıyor. McRobbie’nin görüşmelerinde rastladığımız “tuhaflık”, burada da karşımıza çıkıyor: “Meliha’nın gazetecilerin durumu hakkında paylaştıkları etkileyiciydi. Bir yıldan uzun süre ücretsiz stajyerlik yapan çalışanlardan bahsetti. Ali de bir televizyon şirketindeki süpervizörünün tam zamanlı bir pozisyon elde edebilmek için kendisinden üç yıl ücretsiz çalışmasını beklediğini belirtti, bu yüzden de sektörü tamamen terk etmişti.” Aramızda paranın lafı mı olur?!

Bu çalışma olmayan çalışmanın emekçi olmayan emekçilerinin örgütlenmesinin neredeyse imkânsız olduğu söyleniyordu, çok değil, şöyle böyle bir on beş yıl önce (ev işçileri için de öyle denmişti!). Ama öyle olmadıklarını giderek daha güçlü bir biçimde gösteriyorlar (tıpkı ev işçileri gibi!). Pandemi koşullarına rağmen dünyanın her yerinde örgütleniyor, seslerini yükseltiyorlar.

2008’den beri var olan ama özellikle son birkaç yıldır varlığını güçlü bir biçimde duyuran Umut Sen, işte böyle bir emek düzeni içinde çalışan (ve çalışamayan) herkes için “ara bir sendikal odak”. Aylardır tanık olduğumuz bütün işçi direnişlerinde onlar da varlar. İşkolu temelinde örgütlenen geleneksel sendikalardan farklı olarak, çalışmayı hayatın geri kalan kısmından ayrı düşünmüyorlar- ki yeni emek düzenleri de tam olarak bunu gerektiriyor bence.

Sendikanın ilkeleri arasında şu var:

“Devletin ve sermayenin saldırılarına karşı işçilerin mücadelesini sadece işyerleri ile sınırlı görmez; mücadelenin en geniş sendikal dayanışma içinde ve toplumun diğer kesimleriyle birlikte sürdürülmesini savunur. Kapitalist sistemin işçilere biçtiği üretici ve tüketici rollerinin birbirinden bağımsız olmadığının farkındadır ve kapitalizme karşı toplumun farklı kesimleriyle birlikte bütüncül bir direnişin sınıf mücadelesi için geniş olanaklar yaratabileceğini öngörür.”

Bunu okuduğumda, ev emekçileri sendikalaşmak için uğraşıp durdukları sırada başvurdukları sendika da bu ilkeyi benimsemiş olsaydı, işler ne kadar hızlanabilirdi diye düşündüm. İşçiler yalnızca işçi değillerdir ve emek sömürüsü ile bin türlü ayrımcılık birbirini destekler. İşçi sınıfı hiçbir zaman çalışmayla birbirlerine bağlanan erkekler topluluğundan ibaret değildi, şimdi hiç değil. Emek tarzı yalnızca emekçileri değil, onları çevreleyen bütün bir bağlamı, kentleri, sokakları, evleri, parlamentoları, filmleri, romanları da biçimlendirir. Yüz yıl önce böyleydi, şimdi de böyle.

O sebeple, yüz yıl sonra kurulacak müzenin Portugalete Müzesinden çok başka olacağını tahmin ediyorum.


Umut-Sen ile ilgili daha geniş bilgiyi web sitelerinde bulabilirsiniz: https://umutsen.org/

Aynı sitede, platform kapitalizmi ile ilgili çeviri yazılar da var.

Angela McRobbie (2016) Be Creative: Making a Living in the New Culture Industries. Polity Press

Özlem İlyas (2022) Freelance Emek/Ofissiz Çalışmanın Sınıfsallığı. İletişim Yayınları.

Deliveroo işçisinin sözlerini şuradan aktardım:

https://www.theguardian.com/money/2016/jun/15/he-truth-about-working-for-deliveroo-uber-and-the-on-demand-economy