K24 dergisinin de sponsoru olan Kıraathane’nin son yayınlarından Ne Mutlu Eşitim Diyene: Milliyetçilik Tartışmaları (2021) farklı kulvarlardan çok sayıda yazarı bir araya getiren bir “enformel” online konferansın ürünü. Tebliğler genellikle belli bir konuda “son sözü söyleme” iddiası gütmekten çok, çeşitli çalışma doğrultuları sunmak amacıyla hazırlanmış açık uçlu denemeler. Bunun konferansı düzenleyenlerin tercihi olup olmadığını bilmiyorum, ama böyle görece gevşek bir yapının tebliğcilere/yazarlara fazlasıyla özgürlük tanıdığı görülebiliyor. Bu kitaba sistematik bir derlemeden çok, “dosyalı” bir üç aylık dergi sayısı olarak bakabiliriz.
Şüphesiz milliyetçilik çok geniş, dallı budaklı, sınırları belirsiz bir çalışma alanı: tebliğcilerden Kadir Dede’nin söylediği gibi “son iki yüz elli yılın” hemen her toplumsal, siyasal ve kültürel (hatta duygusal) olayı bir şekilde buraya bağlanabilir. Milliyetçilik olgusunun bu türden başka olgular (mesela spor veya şiir) içinde kendi “temsilcileri” olduğu gibi, o başka olguların da (mesela tıbbın veya sosyalizmin) milliyetçi alan içinde kendi elçileri vardır. Buna bir de “evveliyat” meselesini, kökenleri, “prefigürasyonları” filan eklediğimizde, kendimizi bir düşten daha tam çıkamadan başka bir düşün içine yuvarlanıyormuş gibi hissedebiliriz: iç içe sanrılar, hezeyanlar ve budalalıklardan oluşan bir evren. Elimizdeki kitapta da böyle bir “özgülleştirme güçlüğünün” zorunlu sonucu olan belli bir keyfilik, bir “rastgelelik” göze çarpıyor. Akademik çerçeve, sosyal bilimciye bundan kaçınmak için şöyle bir yol sunar; çıplak tarihten ikinci derece tarihe, historiyografiye geçmek. Milliyetçilik çalışan kişi, bu konuda kendisinden önce sanki hiçbir şey söylenmemiş gibi işe girişmek yerine, araştırma çizgisinin kendi üzerine kıvrılmasını sağlayacak, “milliyetçiliği anlatmaktan” çok, çeşitli milliyetçilik teorileriyle tartışmaya girecektir. İtiraf edelim ki, Benedict Anderson’un Eric Hobsbawm eleştirisini (ve tersini) okumak, Hobsbawm’ın veya Ernest Gellner’in milliyetçilik konusunda kendi kitaplarını okumaktan çok daha gıdıklayıcı ve aydınlatıcıdır.
Burada da kitabın ilk makalesi, Kadir Dede’nin son derece doyurucu “Milliyetçiliğin Serüveni: Tarih, Gündelik Yaşam ve Şimdiki Zaman” başlıklı yazısı, milliyetçilik teorilerinin esas olarak Gellner, Hobsbawm ve Anderson ile başlayan modern tarihini ve bu figürler arasındaki tartışmaları sunuyor bize. Milletin ve milliyetçiliğin ezel-ebed değil, tarihsel olduğunun, belirli koşularda ortaya çıktığının ve dolayısıyla o koşullarla birlikte ortadan kalkacağının Marx’tan sonra ikinci kez ve daha kesin olarak tescillendiği bir teori “ânıdır” bu, 80’ler ve 90’lar. Ama burada da bir iç ayrım var, Dede’nin şöyle bir değindiği ama üzerine gitmediği: Hobsbawm ve Gellner milliyetçiliğe “ekonomistik” bir açıdan yaklaşırken, Anderson “söylemsel” bir tahlile ağırlık verir. Üçü için de bir ideoloji (“üstyapı”) olarak milliyetçilikle bir toplumsal “madde” olarak kapitalizm (“altyapı”) arasında bir korelasyon vardır. Ama ilk ikisi için bunu belirlemek yeterliyken, Anderson “altyapının üstyapıya” hangi özgül ara-belirlenim aracılığıyla bağlandığını araştırır: birbirine uzak, birbirini tanıyamayacak nüfus kesimlerinin birbiriyle “konuşmasını” sağlayan, onları ortak bir “imgelemde” buluşturan araç olarak matbaa ve kitap, “ana dilinin” ötesine geçen yazılı kültür, daha özgül olarak da edebiyat, daha da özgül olarak roman. Orada Walter Scott, burada Abdullah Ziya Kozanoğlu ve Nihal Atsız (Mim Turhan Tan’ı da unutmuyorum). Bunu bir abartı veya aşırı-özgülleştirme olarak eleştirenler olmuştur, ama abartının da (hiperbol) sadece bir retorik alet değil, bir bilme yöntemi de olduğunu, demek yeni bilgiye, ilave bilgiye varmak için ayağımızı arkadaki yerleşik bilgiden kaldırıp öne (“boşluğa”) doğru adım atmak gerektiğini de unutmayalım.
Şu halde “hayali bir cemaattir” millet, Anderson’a göre (“bu kadarını ne ben ne de Marx söyledi” diyebilecektir Hobsbawm). İskender Savaşır, söz konusu kitabı “Hayali Cemaatler” diye çevirdiydi, bazıları bunun yanlış olduğunu, “muhayyel” demenin daha uygun olacağını belirttiler. Ama bunun önemi yok, ikisi de hem düz hem de yan anlamlarıyla aynı şeydir. Önemli olan, bunun bir edim olduğunu görmektir: aktif olarak hayal edilen ve bu tahayyül ediminin ve dolayısıyla bir konuşmanın, bir söylemin ürünü olan bir cemaattir millet: “imgelenen” bir topluluk, bir topluluk imgesi, kurumsal/maddi dayanakları ve üreticileri olsa bile belli bir anda varlığını önce imgelemde bulan bir kurmaca. Ve Calvino’nun zarif Varolmayan Şövalye’sinden farklı olarak, kaba bir gerçekliği çünkü maddi bir basıncı da olan bir kurmacadır bu, maddiliği ceset sayılarıyla da ölçülebilen bir kurmaca. Milliyetçiliğin bir “hikâye” (belki tahkiye demek daha uygun) olduğunu belirten Dede şöyle diyor: “Hikâyenin yaygınlığı ve benimsenmişliği ise onun gerçek mi kurgu mu olduğu sorununu geri planda bırakır; çünkü söz konusu olan, hikâyenin bir ‘gerçeklik etkisi’ yaratıyor olmasıdır. Milliyetçiliğin milletin hikâyesini bir hakikat olarak sunuşu ve bunun kitle tarafından yaygın biçimde benimsenişi, onun liberalizm veya sosyalizm gibi etkisi sınırlı kalan ‘anlatı’lardan farklılaştırmış, ‘insanlık tarihinin en başarılı ideolojisi’ kılmıştır (…) millete dair eleştirel bakış, doğrudan millete ve devlete sadakatsizlikle bir tutulacaktır” (a.b.ç.)[1] Bir buruşuk solucanın şu ülkede bugün bile gülünç kalmak şöyle dursun, bu kadar inandırıcı ve saygın bulunmasının sebebi de budur.
Anderson’unki gibi bir eleştirel bakış, okur sayısı sınırlı üç aylık teori dergilerinin dışına taşarak edepsizleştiği anlarda mutlaka epeyce maddi, epeyce basınçlı bir karşılık bulacaktır, ortamına, ülkesine göre farklılaşsa da. Baudelaire şöyle yakınıyordu kendi halinden: “Burjuvalar ahırlarında dört tane at besleyebiliyorlar, ben niye kendi ahırımda iki tane burjuva besleyemiyorum?” Bu ve benzer durumlardan sonra General üvey baba huzursuz genç şairin aylığını tamamen kesiyor.
***
Kadir Dede, Hobsbawm ve Anderson müdahalelerini “modernist paradigma” olarak nitelemiş. Bu anti-özcü tavrın Anthony Smith gibi bazı yazarların çalışmalarında kuvvetli ve epeyce okunaklı eleştirilerle karşılaştığını da belirtiyor. Smith ve başka bazı yazarlar, tekrar ezel-ebedci ve fundamentalist paradigmaya geri dönmeksizin, milletin ve dolayısıyla milliyetçiliğin bazı modern-öncesi, pre-kapitalist kökenleri ve öncelleri (“kavimler”, mutlakiyetçi devletler, vb) olduğunu da gösterebilmişlerdir. Ama bu da olsa olsa bir teorik artçı-savaştır: “olmaz, fazla ileri gittiniz” demekten ibarettir. Çünkü buruşuk solucanın dışında hemen herkes, milliyetçiliğin maddi temelsiz çünkü milletin de esas itibariyle söylemsel bir inşa olduğu düşüncesine artık razı olmuş gibidir, üstelik fazla da düşünmeden.
Tam burada Etienne Balibar’ın müdahaleleriyle devam etmek iyi olurdu, çünkü Althusser’in bu en gözde talebesi “anti-özcülerden” yarım adım sonra gelmesiyle onların bilmediği, yaşamadığı bir tarihi de teorik gözlem altına alabilmişti. Gellner, Hobsbawm, Anderson, 80’li yılların başında, eski Yugoslavya’da henüz “milletlerin/halkların” birbirini boğazlamadığı bir dönemde çalıştılar. Kendi dönemlerinde tanık oldukları Çin-Vietnam-Kamboçya arasındaki çatışmaları (ve bu ülkelerde tam o sırada yeşeren milliyetçi heyecanları) zarafetle görmezden gelmeyi becerdiler. Gellner sıkı bir anti-komünist olarak bu meseleyi deşmek isterdi bence, ama belki de özgün dökümanlara ulaşamadığı için sessiz kaldı (oysa hiç Türkçe bilmeden de kendi deyimiyle “Kemalizmi” bir selim milliyetçilik örneği olarak tanımlamaktan geri durmamıştı.)[2] Balibar iyi olurdu, hem kolay çözüm ve uzlaşmalara razı olamadığı için, hem de o üçlünün kaydetmediği “Hindiçin” veya Bosna/Kosova gibi faciaları bilerek yazdığı ve birtakım “hassasiyetleri” de en az buruşuk solucan kadar kaydettiği için. Nurdan Gürbilek gibi yazayım, “şu cümleler onun”: “Hakim olanın milliyetçiliğini tahakküm edilenin milliyetçiliğiyle bir tutmaya, kurtuluşun milliyetçiliğiyle fetihin milliyetçiliğini eşitleme hiç hakkımız yoktur. Ama bu, Cezayir FLN’si ile Fransız sömürge ordusu arasında, ya da bugün ANC (Afrika Ulusal Kongresi, “Mandela”) ile Afrikaner’lerin milliyetçiliği arasında ortak bir öğe olduğunu düpedüz inkâr etmek anlamına gelmez.”[3] Wallerstein’ın değilse bile Balibar’ın bir türlü “ulusal kurtuluşçu” sola yaranamamasının (ancak “önder” için imza kampanyasına katıldığında sevimli bulunmasının) sebebi bu türden cümlelerdir.[4] Yine de Cezayir, Fas ve Tunus’ta çeşitli solcu toplantılara çağrıldı.
Dergiye dönersek, Kadir Dede “modernist paradigma”dan sonra milliyetçiliği günlük hayatın dokusunda arayan (PoMo?) çalışmalarını tanıtıyor bize. İşin bu kısmını belki ancak profesyoneller takip etmiştir, ama bizim gibi bilgi açlarına da yol gösterebilecek bir sunum bu. – İşte tam bu noktada kitapta ciddi bir oransızlık olduğunu belirtmek zorundayız, teoriyle ampirik-tarihsel gözlem veya tahlil arasındaki temassızlık. Dede’nin konusu zaten teoriler, ondan sonraki Murat Belge makalesi de yazarın kendi daha eski Militarizm kitabından özetleme; ama geri kalan bütün tebliğler epeyce tikel, sınırlı tarih ve düşünce kesitleriyle ilgilenen yazılar. Hepsinin son derece öğretici olduğunu söylemek isterim; ne var ki teori ile somut tahliller arasında bir alışveriş kanalı açılmış olmadığını da söylemek isterim. (Bir de bu kötü mizanpajı sevgili arkadaşım Bülent’ten ve talebelerinden beklemediğimi eklemek isterim.)
Bu belki her şeyin fazlasıyla rastlansal ve keyfi olmasının sonucudur, o tebliğci bu tebliğciyi hiç tanımıyordur, kendisinin online konferansa niçin çağrıldığını da tam anlayamamıştır, önceki konuşmacının adını hiç duymamış, herhangi bir yazılı belgesine göz gezdirmemiştir (öyle ya, şair Lal Laleş, tarihçi Ahmet Kuyaş’ı okumuş olmak zorunda mıdır, ya da romansever arkadaşım teorisyen İştar genç romancı Taçlı Yazıcıoğlu’nu? Ama ben karışmayayım, belki de tanışıyorlardır).
Madem dergi sayısını sözcüğün kötü anlamıyla “eleştirmeye” giriştim, hepsini bir seferde püskürteyim de onlar da ben de kurtulayım: Güncel sanattaki anti-milliyetçi girişimler hakkında güzel bir sunum yapan Ahmet Ergenç dışında, katılımcıların hiçbiri Barış Ünlü’nün Türklük Sözleşmesi’ni okumuşa ya da okusa bile faydalanmışa benzemiyor (katılımcılar, Dede dışında, tabii Tanıl da hariç, teoriyle, kitapla, harfle az ilgilenmiş izlenimi veriyorlar). (Bu arada konuyla hiç ilgisi yok görünse de söyleyeyim: Değerli yazar ve Tanıl’ın arkadaşı -onun gibi iyi geçinen- Murat Sevinç de Mülkiye’de kendi öğretim alanından her nasılsa çıkabilmiş bu kitaptan ne Türk milliyetçiliği ne de Kürt hareketi bağlamında pek söz etmedi.) Oysa şu en özlü millet tanımını o kitapta bulduk, tam bu sözcüklerle olmasa da: millet bir büyük suç etrafında birleşmiş, kaynaşmış, halvet olmuş insan topluluğudur, büyük suçun küçük hisseli ortaklarını da içerecek biçimde. Bunu ilk ve son itiraf eden Ernest Renan’dı.
Bir sonraki iletide Renan, Hans Kohn (“gecikmişlik”) ve yer kalırsa “solun” milliyetçiliği.
[1] Yazar şunu de ekliyor: “Dahası milletin bir hikâye olduğuna dair yaklaşımların milliyetçi tepkiler görmesi kaçınılmazdır. Çünkü doğal ve organik bir topluluk olarak millete duyulan sadakat, olası tüm diğer sadakat biçimlerinden daha üstün görünmektedir.” Ama Anderson’un kitabının çıktığı 80’li yıllardan itibaren sadece milliyetçilerden değil, çeşitli sosyalistlerden de tepki gördüğünü hatırlıyorum. İşin içine söylemin, cümlenin, romanın, kısaca harfin girişine razı olamıyor gibiydiler. – Öte yandan, sadece milliliğin değil, liberalizmin ve ortodoks sosyalizmin de hayli dirençli zihin yapıları olduğu unutulamaz.
[2] Bkz, E. Gellner, Encounters with Nationalism (Blackwell: Oxford, 1994), s. 81-92.
[3] Bkz, Immanuel Wallerstein ve Ettienne Balibar, Irk, Ulus, Sınıf: Belirsiz Kimlikler (Metis, 2009).
[4] Pour Tanıl: Burada bir sorumlunun da bu iyi insanın kötü üslubu olduğunu söylemek gerekiyor. İyi bir yazar olmadı bütün bu 40-50 yıl boyunca Balibar. Makaleleri henüz yazılmamış ve belki de hiç yazılamayacak bir kitap için alınmış notları andırır çoğu zaman: beklentiyle şişmiş ama herhangi bir sonuca varmaktan ürken. Argümantasyonu sarsak, sallantılıdır: Yan düşünceye, yan cümleye sapmaktan, parantez açmaktan alamaz kendini, ama o yan cümleye ayağı takılır, bambaşka yerlere savrulur, kendi “kuşatıcılık hevesinin” kurbanı olur, tekrara boğulduğunun farkına varmaz. Çünkü bir Zizek gibi çevik değildir. Sporcu değildir. Şu var ki, bütün bu hantallıktan, bu düş-kalktan sonra, o ilk hevesi bize de bulaştırdığını hissederiz.