Utanç Kaybı ve Sapkınlık (III)
Erdoğan Özmen

İlginç bir psikiyatrist/psikolog sınıfı ortaya çıktı son zamanlarda. Ya da hep vardı da daha görünür oldu belki. Özellikle sosyal medyada özlü sözler ve formüller paylaşıyor, kısa kısa değerlendirme ve tahliller yapıyor, doğru düşünce ve davranış tavsiyelerinde bulunuyor, reçeteler sunuyorlar. Bütün bağ ve ilişkilerinden soyutlanmış bir birey varsayıyor ve ona sesleniyorlar. Saf/steril bir mutluluk ve iyilik hali tarif ediyor ve bunun kaynaklarını yalnızca kendimizde bulabileceğimizi ileri sürüyorlar. Sonra da, acı ve yoksunluklarımızın sebeplerini sadece kendimizde aramamız gerektiğini filan. Ötekilerle ilişkilerimiz ya da toplumsal sistemdeki kusur ve aksaklıklar yerine yalnızca kendimizdeki kusur, eksik ve yetersizliklere bakmamızı salık veriyorlar. Belli ki, kendilerini bilen ve öğreten özne konumuna yerleştirdikleri, mutlu bir hayatın yol ve yordamlarını lütfedecekleri bir tedavi tasavvuruna sahipler. Müşterek bir arzu ve merakın güdülediği, enerjisini o ortaklaşa merak ve arzudan temin eden olumsal/belirsiz bir süreç olarak terapi anlayışı karşısında kendinden menkul bir özgüvenle ileri sürülen bir tür şifacılık. 

Aşırı bireyselleşmiş bir toplum haline gelişimizin semptomlarından birisi değil mi bu? Kendi mutsuzluk ve doyumsuzluklarını, acı ve yoksunluklarını kendi başarısızlığı ve kabahati olarak görmeye zorlanan birey çağının semptomu? Her birimizi “İste gelsin”, “Getir”, “Dünya sadece bir tık uzağında” sloganlarına muhatap kılan, o sloganların çağırdığı ve baştan çıkardığı zavallı, savunmasız, yalnız bireylere indirgeyen bir çağın? Utanç çağının?

“Yaptığımız seçimlerden utanç duyduğumuzda, bakışımızı toplum genelinden kaçırıp kendimize odaklanırız. Toplumsal adaletsizlik karşısında gözlerimizi yere indirir ve doğru seçimleri yapmadığımız için utanç duyarız. Toplumsal düzende çatlak görmekten ziyade kendimizde çatlak görürüz; yaşadığımız keyif ve doyumun sınırlarını kendi büyük başarısızlığımız sayarız. Doyum ve mutluluktan çok uzak yaşayan ve beklenen seviyeye gelememelerinin kabahatini birey olarak taşımak zorunda olan yoksullar için bu bilhassa zordur.”[1]

Demek bir yanda, kim olduğumuz hissiyle bağlantılı olan utancın çoğumuzu kuşatan yaygınlığı söz konusudur. Başarılı addedildiğimizde, toplumdaki başarı skalasına uygun davranarak basamakları tırmandığımızda tümgüçlü (omnipotence) hissetmek, o anki geçerli ölçütlere göre başarısız/yetersiz sayıldığımızda ise iktidarsız hissetmek aynı manevi iklimin tezahürleridir. Diğer yanda ise, derin bir süperego patolojisine ilişkin belirtilerle; yani yalancılık, sahtekarlık, vicdansızlık ve utanma duygusunun olmayışıyla karakterize bir öznellik söz konusudur.         

İnsanlığın maruz kaldığı yeni bir bölünmeden söz ediyoruz demek ki: Utanmayı bilenler, utanabilenler, utanma duygusuna sahip olanlar ile utanmazlar, yüzsüzler, arsızlar olarak. Utanç kapasitesi olanlar ve diğerleri olarak. Kendi utançlarını üstlenmekle kalmayıp başkaları adına da utananlar ile ar damarı çatlamışlar olarak. Artık iyice anlaşılmış olmalı: Dünya yıkılsa yüzleri kızarmayacak, kendilerinde hiçbir kusur ve eksik görmediği için hiç mahcup hissetmeyecek   Kendini görünür kılmaktan, varlığımın ötekine uzanarak ve ötekine çağrıda bulunarak dışa açılmasından, bu belirişten doğan utanç hissi boyunca bölünüyor bir de insanlık. Demek kendi varlığımı ileri sürmekten, varlığımın açılışından kaynaklanan ve bütün bedenime yayılan utanç en başlangıçtaki tepkimdir. Bir özne olarak ortaya çıkmamdan önceki, varlığımın kaidesini oluşturan duygulanım.  


[1] Renata Salecl, Seçme İkilemi, Çev. Barış Engin Aksoy, Metis, Nisan 2014, s. 118.