Anadolu Kültür’ün hazırladığı Adalet Atlası isimli bir seri var. Suç ve ceza, yoksulluk, yapay zekâ, devletin ölüm peyzajı gibi hayata içkin türlü çeşitli konuların, nasıl da bir iplikle adalet duygusuna teyellenebileceğini anlatıyorlar. Adaleti bir hukuk tasavvuru olarak değil, hukuku sınayan ve imtihan eden bir duygu olarak ele almaları, adaletin içini dışına, dışını içine çıkarmaları hem ilham verici hem kışkırtıcı. Hikâyeyi biraz da tersinden kurduğu için sanırım. Yani hukuku, bir adalet aracısı olarak kutsamadan, adaleti bir boş gösteren olarak da ele alabildiği için… Yeri gelmişken, hafıza ve cinsiyet gibi, aslında adaletle bağı daha dolaylı görünen şeylerin, doğrudan adalet duygusuyla nasıl alakalı olduğunu anlatması bakımından da kıymetli.
Atlas’ın 2. sezonu, Murathan Mungan ve Nilüfer Erdem’in konuk olduğu, sorularını Hazal Özvarış’ın sorduğu “Büyürken Adalet” konusu ile açıldı. Masallarla, padişahlarla, korktuğumuz hikayelerle kurduğumuz ilişkileri de anlatıyorlar tabii, dikkat ve rikkatle. Bir yerde Murathan Mungan’ın bahsettiği bir şeydi, çocukların masallarla öğrendiği şeylerden birinin de sınır bilgisi oluşu. Mungan, sınır bilgisini ötekini tanıma faaliyeti olarak kuruyordu: Yani kendi konumunu, diğerine göre konumlamak. Adalet duygumuzun, sadece bireysel olarak başımıza gelenlerle değil, kolektif ve toplumsal hafızamızla da zedelendiğini biliyoruz. Bir kadın öldürüldüğünde, bir orman yakıldığında, elektrik faturaları yoksulluğu ve yoksunluğu hesaba katmayan bir siyasal iktidarın elinde silaha dönüştüğünde, adaletin nasıl zedelendiğini bizzat deneyimlediğimiz için. Mungan’ın ve Erdem’in, bütün dünyayı kendisinin devamı olarak algılamanın, adalet duygusuna nasıl bağlandığını anlatmaları sanırım bu sebeple aklımı kurcalıyor. Mungan buna, “dünyayı kendinin uzantısı sanmak” diyor, başkalarını askıya alabilecek kadar güçlü şekilde dünyanın üzerinde tepinmek. Halbuki dünyayla karşılaştığımızda, dünyayı onarmaya başladığımızda, kendimizi halka halka nasıl genişlettiğimizi anlatıyor adalet duygusu. Sınır bilgisi, her zaman nasıl sınırlandırıldığımız ve oradan nasıl çıkabileceğimize dair değil tabii. Çoğu zaman, başkalarıyla karşılaşma noktası olarak kurulan bir sınır olarak da çiziliyor. Muhakkak o sınırda durmak, o sınırı dışlayıcı bir engele çevirmek gerekmiyor. O karşılaşma anının kendisinden, o sınır bilgisinden, yepyeni bir dünyaya ve ufka atlamanın, o sınır çizgisini geçebilmenin imkanını da sunuyor. Adaleti, benden önce başkalarına da ne olduğunu merak ederek, onu sorarak kurmamız belki de biraz bu karşılaşmanın cezbesinden geliyor.
Türkiye’de bugün, sanırım başkasının bilgisinden yoksun, o sınır çizgisini geçmek ve aşmak için değil, kalınlaştırmak için kurgulayan bir toplumsal iktidar alanı da oluşuyor. Türlü çeşitli derneğin, erkeklerin başında olduğu grupların Medeni Kanun’daki en büyük kadın kazanımlarına saldırması bununla da ilgili. Kendi bireysel hikayesinden yola çıkıp, tüm kadınlar için adaletsiz bir düzenleme istemekte bir beis görmüyor. Karşılaşacağı bir başkasını bulmamak için kendi sınırlı fanusuna kapandıkça kapanan ve gücünü, sürekli kendisiyle aynı sesi duymaktan alan bir topluluk olarak…
17 Şubat 1926’da Türk Kanunu Medenisi yürürlüğe girdi. Bu kanunla, aile hukukunda kadın-erkek eşitliğinin en azından normatif olarak kabul edilmesi, erkeğe tanınan çok eşlilik ve tek taraflı boşanma hakkının kaldırılması, kadınlara boşanma hakkı tanınması ve miras hukukuna ilişkin kadının miras hakkını kabul eden düzenlemeler yürürlüğe sokuldu. Bu düzenlemelerin üzerinden 96 yıl sonra bugün, bir Medeni Kanun değişikliği üzerine konuşuluyor. Adalet Bakanlığı’na göre uzun boşanma süreçleri, şiddete ve ekonomik sıkıntılara yol açıyor, eşler bu süreçte ikinci evliliklerini yapamıyor. Bu gerekçelerle, nafaka, mal rejimi, tazminat ve velayete ilişkin düzenlemelerin değişeceği, bunların boşanmaya hükmedildikten sonra düzenleneceği söyleniyor. Yoksulluk nafakasını sınırlandırmak, kadınların zaten ödenmeyen ve çoğunluğu çok cüzi miktarlar olan nafaka haklarını ellerinden almak da bu düzenlemelerden birkaçı. Hatta yoksulluk nafakasını, Devletin ödeyeceğinden dahi bahsediyorlar. Kadına sosyal yardım yapmayan, kadın yoksulluğunun giderilmesi için hiçbir özel önlem almayan, devlete ödenmesi gereken birçok meblağdan kadınları muaf tutmayan, sığınma evi açmayan, masraflı olduğu için kadına koruma vermeyen devlet, söz konusu nafaka olduğunda o hakkı kırpmaktan çekinmiyor. Üstelik bunu yaparken, yoksulluk nafakasının Medeni Kanun’a göre erkeğin kadına verdiği bir nafaka olmadığını söylemiyor bile. Zaten kanuna göre yoksulluk nafakası, boşanma sonucunda yoksulluğa düşecek eş için, diğer eş tarafından ödeneceğine hükmedilen çok cüzi bir miktardır. Ayrıca itiraz üzerine incelenip verilmesi durdurulabilir. Halbuki sanki çok yüksek miktarlarda ve bir verildi mi bir daha kesilemeyen, süreli değil sürekli bir nafakaymış gibi sunuluyor. Ceren Akçabay’ın yazdığı Yoksulluk Nafakası Araştırma Raporu’na göre, Türkiye’de nafaka ortalaması 262 TL.: “Nafaka meblağlarının asgari ücret, açlık ve yoksulluk sınırı gibi genel ekonomik veriler çerçevesinde ele alındığında sanıldığından çok daha düşüktür. Öyle ki yüzde 66,4’ü 0-500 TL arasında olup ortalaması yalnızca 262 TL’dir.”
Birkaç yıldır Medeni Kanun değişikliklerinden önce bahsediliyor, daha sonra toplumsal bir tepki olunca geri adım atılıyor. Ocak 2016’da Meclis’te kurulan Boşanma Komisyonu raporunu hatırlayalım. Üşenmeden yazdıkları 445 sayfalık rapor boyunca, kadınların nafaka ve kürtaj haklarından, çocuk haklarına dek birçok kazanımdan neden dönülmesi gerektiğini yazmışlardı. İstanbul Sözleşmesi’nde yasak olduğu açıkça belirtilmesine rağmen, ev içi şiddetle mücadeleye dair arabuluculuk, uzlaşma gibi alternatif uyuşmazlık çözümlerinin zorunlu uygulanması gibi yöntemlerin kullanılmasını ve “aile mahremiyetinin korunması” adı altında, aile hukukuna ilişkin tüm davalarda duruşmaların gizli yapılması önerilmişti. Kadınların nafaka hakkının evlilik süresiyle bağlı olarak kısıtlanması gerektiği dile getirilmiş, ilahiyat fakültesi mezunlarının aile danışmanı olarak görevlendirilmesi istenerek, danışmanlık hizmetinin dini perspektife oturtulması da planlananlar arasındaydı. Bu öneriler çok tartışıldı, o zamanlar kadın örgütlerinin verdiği inanılmaz bir mücadele ile yasalaşmadan çekildi. Çekildi demek ne kadar doğru bilemiyorum, söz konusu siyasal iktidar olduğunda yaptıkları yanlışlardan dönmekten ziyade, o yanlışı inatla yapabilmek için doğru zamanı beklediklerini söylemek sanırım daha doğru. İstanbul Sözleşmesi’ne o zaman karşı çıkılmasının nedenlerinden biri de bu nafaka meselesiydi. Halbuki sözleşme, nafakaya dair bir düzenleme içermiyordu ama kadının ekonomik şiddetten korunmasını bir yükümlülük olarak kuruyordu. İşte o zaman geri çekilen tüm düzenlemeler, bugün İstanbul Sözleşmesi’nin yokluğunda tekrar önümüze getiriliyor. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasını coşkuyla kutlayan Fatih Erbakan’ın Medeni Kanun’un yıldönümünde bu sefer 6284 sayılı Kanun’u hedef alması yine çağın bu zamanına düştü tabii: “6284 sayılı Kanun kadını koruma adı altında yuvayı yıkmakta, aileyi dağıtmaktadır. Derhal iptal edilmelidir.” İstanbul Sözleşmesi’nin önemi, yokluğunda daha fark ediliyor. Çünkü sözleşmenin yasakladığı tüm kadına yönelik güvenceler, bir bir sırayla tahrif ediliyor.
Medeni Kanun’un tüm kazanımları, dünyayı kendisinden ibaret gören bir grup tarafından geriye düşürülüyor belki. Adalet duygusunu başkalarıyla beraber değil, ancak kendi zaviyesinden, hep kendisini mağdur olarak konumlayarak kuran bir topluluğun isteği bu. Zaten ödemediği üç kuruş nafaka yükümlülüğünden kurtulduğunda adaletin tecelli edeceğine inanacak kadar gözü kendisini görmekten kör, kulağı kendi sesinden sağır olmuş.
Adalet Atlası’nda, “dünyayı onarmaktan” bahsediyordu Nilüfer Erdem. Dünyayı onarırken, başkalarını da kendimizi de onarabileceğimizden. Kadınların, muhakkak onarılması gereken yaraları olduğu için hatırlatmıyordu bunu. Kadınların, dünyayı onarma bilgisine henüz büyürken sahip olduğunu imliyordu daha çok. Çünkü kırmızıyı seçtiğinde, istediği adımı atabilmek istediğinde dahi yaralanan kadınlardı. Yaranın, her zaman kapanan, açıldığı yerde duran bir şey olmadığını anlatıyordu Murathan Mungan. Yaranın, yer değiştirdiğinden bahsediyordu. Kadınların yarası, kapanan değil de daha çok taşınan bir şey olarak duruyor sanırım. Evlenme hakkından boşanma hakkına kadar hepsini kadın mücadelesiyle kazandıklarını zaten biliyoruz, ama o hakları ellerinde tutmak, en az kazanmak kadar zor. Çünkü ellerinde tuttuklarının ne olduklarını anlatmaya, görece sahip olduklarının savunusunu yapmaya zorlanıyorlar. Olmayan bir şeyin mücadelesini vermekten biraz daha farklı sanırım bu. Kendilerine bir imtiyaz tanınmış gibi çok görülen bir şeyin, nasıl da imtiyaz değil, var olan eşitsizliğin bir tezahürü olduğunu anlatmak zorunda kalıyorlar.
Murathan Mungan, adaletsizlik ile baş etmenin en önemli yolu olarak politikayı göstermişti Adalet Atlası’nın sonunda. Politikanın, dünyayı onarmanın bir biçimi olduğunu anlatıyor sanırım kadınlar. Gevşemiş, ekseninden kaymış, çivisi çıkmış, elden düşmüş, rayından çıkmış… Dünya türlü çeşitli hallere bürünürken, onarılmaya ihtiyaç duyuyor. Politikanın, dünyayı onarmak kadar iyileşmenin de yolu olduğunu öğretiyor sanırım bize bu. Dünyayı tamir etmenin, kadınların sınır bilgisiyle mümkün olduğunu hatırlatıyor. Çünkü kadınlar sınır bilgisini, sınır çizgisinde başkasına rastladığında geri adım atmak için değil, onunla beraber o sınır çizgisini aşmak için de kullanıyorlar.