24 Mart 2022 tarihli Resmî Gazete’de bir kanun yayımlandı. Kısaca Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’da değişiklik yapan bir kanun. Bu, basında yer aldı ve gazeteciler tarafından takip edildi çünkü hem çok önemli bir madde içeriyordu, hem de Türkiye’deki siyasal muhalefetin yerleşik sınırlarını gösteriyordu. Yani muhalefeti, parlamenter muhalefete terk ettiğinizde, onu parlamenter siyasetle sınırlandırdığınızda, bunun sonuçlarının ne kadar yakıcı olabildiğini göstermesi bakımından işlevseldi.
Öncelikle kanunun 2. maddesi, bir Diyanet Akademisi kurulmasını öngörüyor. Madde gerekçesinde bu şöyle açıklanmış:
“Diyanet İşleri Başkanlığı'nın Din Hizmetleri Sınıfına ait kadrolarına atanacak aday din görevlilerinin mesleki eğitimi ile hizmet içi eğitim faaliyetlerini ve yurt dışından gelen mahallin din görevlilerine yönelik eğitim faaliyetlerini yürütmek; Başkanlığın görev alanıyla ilgili araştırmalar yapmak üzere Diyanet Akademisinin kurulması öngörülmektedir. Akademide vaiz, Kur'an kursu öğreticisi, imam-hatip ve müezzin-kayyım unvanlarında görev alacakların mesleğe başlamadan önce; mevcut personelin de hizmet içinde eğitim, uzmanlık programları, seminer, sempozyum, konferans ve benzeri etkinlikler yoluyla gelişmelerine katkı sağlanarak nitelikli görevlilerin yetiştirilmesi, böylelikle çağın ve muhatap kitlenin ihtiyaç ve beklentilerini karşılayacak düzeyde din hizmetlerinin yürütülmesi amaçlanmaktadır.”
Anayasa’nın 136. maddesine göre, zaten genel idare içinde yer alan Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı bir Eğitim Hizmetleri Genel Müdürlüğü var. Madde gerekçesinde ifade edilen hizmetleri vermek üzere de yetkilendirilmiş. Bu halde neden ayrı bir diyanet “akademyası” kurulmak istendiği sorusu, kanun teklifinin gerekçesinden anlaşılamıyor. Anlaşılamıyor çünkü Muhalefet Şerhi’ni okuduğunuzda görüyorsunuz ki Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2021 yılı performans raporuna göre zaten toplam 128.469 personeli bulunuyor. Bu personel sayısının fazlalığı ve genel idare içinde Diyanet İşleri Başkanlığı’na ayrılan bütçenin her geçen yıl artması siyasal iktidarın toplum tasavvuru ve tahayyülü aklında bir şey söylüyor. Akademik alanı ne ile sınırlamak istediklerinin yanı sıra, çocukluğun ve eğitimin politik inşasında dinin temel harç olarak nasıl yerleştirdiğini göstermesi bakımından elzem.
Kanun teklifine yazılan muhalefet şerhi aslında kanunun, hem Millî Eğitim Bakanlığı ile ilişki kurmaktan kaçınmasının risklerine, hem de mevcut akademi sisteminin belli dini yapıların ve tarikat örgütlenmelerinin devlet içine yerleştirilmesini nasıl sağlayacağını anlattığı için ayrıca önemli.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi, Türkiye’nin icra etmediği kararları incelerken, Sözleşme’nin 9. maddesi olan vicdan ve din özgürlüğü maddesine ayrıca yer verir. Türkiye’nin din özgürlüğü karnesine bakıldığında görülecektir ki eğitim hakkı ile din özgürlüğü kesişimsel olarak ihlal edilmekte. Bu şu demek, okullardaki zorunlu din derslerinden, din kültürü derslerinin müfredat yapısı ve okutulan kitaplara, Alevi, Müslüman olmayan ya da dini eğitim almayı istemeyen çocuklar için alternatif yoksunluğuna kadar din özgürlüğü, aslında eğitim hakkı ile yakından ilişkili. Bu yüzden de icrası takip edilen kararlardan önemli bir kısmı din ve eğitimin kesiştiği kararlardan oluşuyor. İzzettin Doğan, Cumhuriyetçi Eğitim ve Kültür Merkezi Vakfı, Hasan ve Eylem Zengin, Mansur Yalçın ve Diğerleri kararları bunlardan izlenen kararlar. Alevi grubu davaları olarak da geçen bu davalar din özgürlüğü ile ayrımcılık yasağı ve eğitim hakkı arasındaki korelasyonu kurması bakımından çok önemli. Çünkü davalarda AİHM’in ve Komite’nin tespiti, Türkiye’deki din özgürlüğü sorununun, sadece dini ibareti yerine getirme sorunu olmadığını söylüyor. Tam tersi belli bir dine mensup olanların devlet yönetiminde yer almada ve kamu hizmetlerinden faydalanmada ayrıcalıklı olduğunu, bunun başka bir dine, inanca sahip olanlar ya da hiçbir din ya da inanca sahip olmayanlar açısından ayrımcılık yasağının ihlali olduğunu söylüyor.
İşin eğitim hakkı ile ilgili boyutu Türkiye için daha yakıcı. Çocuk hakları söz konusu olduğunda temel ilke olan çocuğun üstün yararı gözetilmeden çocuklar, ailenin ve toplumun bir uzantısı, onların değerlerinin doğuştan bir taşıyıcısı olarak kurgulanıyordu. Çocukluğun politik inşasının yanına dini inşası da eklendiğinde, Diyanet Akademisi’nin kuruluş amacı netleşiyordu. Üstelik gerek Tevhid-i Tedrisat Kanunu, gerek Olgunlaştırma Müdürlükleri’ne dair mevzuat, dini görevlilerin yetiştirilmesinde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tek yetkili olmaması, yani işlemlerinin denetimsiz bırakılmaması, bir hesap verilebilirlik mekanizmasının örülmesini şart koşuyordu. 2010 yılında Millî Eğitim Bakanlığı’nın Kur-an kursları ve pansiyonlarla ilgili sahip olduğu hukuka uygunluk ve denetim görevi elinden alınmıştı. 2012 yılında ise yasa çıkarılmış, Kur-an kurslarının yanına yeni eğitim birimleri de eklenmişti. Bunların hepsi denetimsiz, devletin diğer kurumlarıyla iş birliği öngörülmeden başıboş şekilde oluşturulmuş güya “özerk” yapılardı. Dini işlerdeki bu sözde “özerkliğin”, devlet kurumlarını, yurtları, okulları tarikat ve dini örgütlenmelerin takdirine terk ettiğini zaten biliyoruz.
Tüm yaşanan süreçteki önemli sacayaklarından biri parlamenter muhalefetin daralan sınırları ile ilgili. Bunu yasalaştıran genel kurul oylamasına katılan Cumhur İttifakı milletvekillerinin yani AKP ve MHP’nin sayısı kanunu yasalaştırmak için yetmiyordu. 22 CHP, 14 İyi Parti vekili olumlu oy kullandığı için Akademi muhalefet oyları sayesinde yasalaştı. Yani onlar katılmasaydı, milletvekili sayısı yeterli olmayacağı için teklif yasalaşmayacaktı.
Diyanet İşleri Başkanlığı ve ona akademik bir yapı kazandırılması, kamuoyu gündemine getirilmedi. Haliyle bu konuda, Akademi’nin niteliği konusunda toplumsal bir muhalefet örgütlenme yoluna gidilmek yerine sessizce parlamentodan geçmesi izlendi. Parlamenter muhalefetin daralan sınırları, Türkiye’de artık kamuoyunu seferber etmekten, bir anayasal kamuoyu oluşturmaktan çok uzak. Siyasal muhalefet, sokaktan ve toplumsal örgütlenmeden uzaklaşıp kendisini bürokratik dile hapsettikçe, sınırları genişletmenin, siyasal imkanlar yaratmanın ne kadar kısır kaldığını da görüyoruz.
Gerçek bir parlamenter muhalefetin belki de gerçekten eğitim hakkı ve ayrımcılık yasağıyla ilişkili olan din özgürlüğü davalarına dair kararların icra edilmesinin izini sürmesi gerekirken, hasmına benzeme kolaylığına düştüğünü görmek mümkün. Verilen mücadeleyi, muhalefeti bir araya getirmeye çalışan iradeyi azımsamadan ama küçük küçük alanlarda kapalı kapılar arkasında bir tür sağ siyaset kopyasının, parlamenter muhalefetin damarlarına sızdığını söylemek gerek. Çünkü muhalefet şerhleri okunduğunda, Resmî Gazete takibi yapıldığında, Türkiye’nin kurumsal yapısında nelerin gizliden gizliye değiştirildiğini görüyoruz. Bu yüzden belki bakmamız gereken, parlamenter muhalefetin sınırlarının nasıl aşılacağı, bürokratik yapıdan ve dilden nasıl sıyrılmak gerektiği. Çünkü muhalefeti, ancak toplumsal damarlara ve geniş düzlemlere yaydığınızda, parlamentodaki siyasetin bir şeyleri değiştirme ve dönüştürme gücü vardır. Aksi, siyasal iktidarın oyun kurallarıyla o iktidar biçimine benzeme riskini daima taşıyacaktır.
Mart 2022 tarihiyle Bakanlar Komitesi’nin izlediği davalar için: https://search.coe.int/cm/Pages/result_details.aspx?ObjectId=0900001680a5d357