Rusya-Ukrayna Savaşı ve Sosyalizmin Mirası
Murat Belge

Ukrayna felaketi yakınlarda sona ereceğine dair bir sinyal vermeksizin sürüp gidiyor. O sürüp gittiği gibi, Rusya’nın bundan sonra nerelere saldıracağı konuşulmaya başladı. Zelenski bunu ne zamandır söylüyor, uyarıyor. Ama bir süreden beri Rusya adına konuşan birileri de bu lafları tekrarlar oldu. Sahiden, Moldova tehlikede mi?

“Moldova” adı Moldau nehrinden geliyor —hani Smetana’nın üstüne senfonik poem yazdığı nehir. Yetmişli yıllarda, ilk ve son olmak üzere, Sovyetler Birliği’ne Sovyet Yazarlar Birliği’nin davetlisi olarak gitmiştim. O yıllarda Yazarlar Birliği’nde Türkiye’den sorumlu çalışan Vera Feonova’ydı (Kaybettik onu, bayağı genç yaşta). Moskova’da bir gün onunla konuşurken, “Ne bu Moldova?” diye sorduğumu hatırlıyorum. Bunun vaktiyle, Osmanı zamanlarında “Dobruca”, “Besarabya” adlarıyla tanınan havalide, yani Roman halkının yaşadığı yerlerin adı olduğunu biliyorum. Yani, ne şekilde Sovyetler Birliği’ne katıldığını merak ediyordum. Vera, “Moldova halkı Romen’dir,” diye cevap verdi; “ama Sovyetler Birliği halklara duyduğu sevgiden ötürü bir de ‘Moldova’ halkı icat etti ve onlara bir ülke verdi. Yalnız, bu ülke Sovyetler Birliği sınırları içinde.

İkinci Dünya Savaşı içinde zaten Alman kökenli olan Kral Karol Naziler’le pek içli dışlıydı. Alman-Nazi işgalinde bir ülke olmaktan çok bu adla anılan ülkeyi bağrına basan bir politika uygulamıştı. Romanya zaten bu yıllarda sokakta Mavi Gömlekliler, iktidarda general Antonescu, Nazizm’le iyice iç içe geçmişti. Dolayısıyla Birinci Dünya Savaşı’nda kazandığı bazı topraklar İkinci Dünya Savaşı’nın ardısıra Romanya’nın elinden çıktı. Moldova da böylece bir “Sovyet Sosyalist Cumhuriyet” oldu. Sovyetler Birliği’nin yeni dağıldığı yıllarda Moldova da patlamaya hazır bölgelerden biriydi, çünkü burada epey kalabalık bir Rus kökenli nüfus oluşmuştu ve Ukrayna’nın doğusunda şimdi olduğu gibi Ruslar hemcinslerinin haklarını koruma yolunda pazularını göstermişti. O aşamada “sulh olundu”; ama şimdi yeniden işler kızışmaya başlayabilir.

Daha önce Gürcistan v.b... Rusya görünüşte emin adımlarla Çarlığa, İmparatorluğa doğru ilerliyor. “Görünüşte” dedim, çünkü bilumum silah bolluğuna filan rağmen pek parlak bir performans göstermiyor. Yani bu yeni rejimdeki “ilerleme” (“progress”) gene istendiği gibi değil. Ama “niyet” başka, “performans” başka. Dünyanın toprak genişliği bakımından en büyük ülkesi olmak belli ki böyle olan ülke için “kader” gibi bir şey. Her bakımdan “en” büyük olacak, olmalı. Bu “kader” şu anda Putin’i yakasından yakalamış, iteliyor, çekeliyor. Ama Rusya “Komünist”ken ne oluyordu? Kâğıt üstünde “barış”ın en büyük koruyucusuydu, eşitliği ve özgürlüğü korumak için Macaristan’ı ve Çekoslovakya’yı işgal etmek gibi “fedakarlıklardan” da kaçınmamıştı. Ve tabii benimser tavrı almak zorunda olduğu “Komünizm” ideolojisi, bütün dünyaya egemen olma isteğini yeterince gizleyemiyordu. Bu “egemen olma”nın, tarih boyunca bildiğimiz “egemen olma”lardan herhangi bir farkı da yoktu.

Peki, toplum ne yapıyor? Sosyalist olduğunu ilan etmiş toplumlarda halkların çoğunluğu yaşadığı koşullardan hoşnut değildi. Hoşnut olanların sayısı da gitgide azalıyordu. Bunun böyle olduğu, bu rejimlerin nasıl çöktüğü hatırlanırsa, şüpheye yer bırakan bir şey değildir.

Bizim gibi “muhalif sosyalistler” de bu sonucu yadırgamadık. Ben, “sosyalizmin tarih-öncesi tarihe karıştı” mealinde bir yazı yazdığımı hatırlıyorum. İyi de, sözkonusu “sosyalist” rejimler yıkılıp bunun kurbanı olmuş toplumlar “kurtuluşa” kavuştuklarında ne oldu? O kadar özlemini çektikleri demokrasiye kavuşmak üzere ne yaptılar? Burada, başta Rusya, sonra Polonya ve Macaristan, hangi başarıyı yakaladılar?

Çin’den söz etmedik. Rusya imparatorluk olmaya çalışıyor. Çin ne olmaya çalışıyor? Onun iddiası, özlemi, beklentisi daha mütevazı mı? Bence hayır. Yakın geleceğin yeni büyük hegemonik gücü hazırlık yapıyor.

Bu, nasıl böyle oldu? Bununla ilgili bir hipotez oluşturmaya çalışıyorum. Bunu, iyice özet halinde, anlatmaya çalışayım. Sorumluluğu “emperyalizm”in sırtına aktarmaya çalışmayacağım. Bu önemli bir etken, şüphesiz, ama bu yazıda solun kendi yanlışları üstünde duracağım. Çünkü sonuçta bunlar çok daha önemli, çok daha belirleyici. “Bunlar” derken gene işin kolayına kaçıp “Her şeyden Stalin sorumlu” demeye de niyetim yok.

Modern çağda insanlığı demokrasiye “ulaştıran” demeyeyim ama yaklaştıran büyük olaylar, İngiltere, Amerika ve Fransa’da yaşanan devrimler oldu. Bunlar, hep bildiğimiz ve söylediğimiz gibi, “burjuva devrimleri” idi. Burjuvazi bu olayların ikisinde feodalizme ve aristokrasiye, birinde ise kolonyalist yönetime karşı, yoksul kesimlerin de candan desteğini kazanarak, devrimi gerçekleştirdiler. Süreçler “aşağıdan yukarıya” işledi ve bunun sonucu da demokratikleşme oldu. “Militarist Modernleşme” kitabımda uzun uzun anlatmaya çalıştığım gibi, burjuvazinin yeterince güçlü olamadığı birkaç ülke de “modern kapitalizm”e geçmeye çalışınca, varolan güçler dengesinde ordunun (bu aynı zamanda “feodalizm” demektir) öncülüğünde bir hareket yaratmış oldular (Almanya, Japonya v.b.). Burada süreç “yukarıdan aşağıya” işliyordu ve sonuçların demokratikleşmeyle ilgisi olamadı.

Bu modellerin ikisine de uymayan iki büyük olay var: Rusya’da ve Çin’de gördüğümüz devrimler. Bu iki ülkede de “güçlü” denebilecek bir burjuvazi yoktu. Bürokrasi yaygın ve güçlüydü. Bunların arasından, kökü Batı Avrupa’da olan yeni sol düşüncelere açık bir intelicensiya oluşmuştu. Bu yapılanma içinde, başka yerlerde görülmeyen türden ittifaklar kuruldu: İntelicensiya ile köylülük arasındaki ittifak gibi. Devrim için çabalarken iyi ama devrim gerçekleşip işler rutinleştikçe güçlerin ve inisiyatiflerin bir bürokrasinin tekeline girmesinin yolu açıldı.

Sosyalizm bir bütün. “Kalkınma”nın eşanlamlısı değil. Bütünsel bir zenginleşme olması gerek. Bu zenginliğin asıl önemli kısmı da “yediğimiz, giydiğimiz” ile değil, aklımız, düşüncemizle ilgili. Ama sanıyorum başta Rusya ve Çin gelmek üzere, sol hareketlerin hepsi iktidarda iseler “kalkınma” uğraşına, iktidar olmadıkları yerde ücret yükseltme türünden uğraşlara girdiler. Bununla da yetindiler. Böylece sosyalizm oldukça kaba saba bir “karın doyurma” öğretisi ve pratiğine dönüştü. En önemlisi dünyayı burjuvazinin gördüğü dünya olarak görmeye devam ettiler. Dünya görüşü buradan başlayıp burada bitiyorsa, yapılan işin adını “gerçekte varolan sosyalizm” diye koymanın bir sakıncası olmuyordu. Neyin “gerçekte” olduğunu da parti saptamıştı.

Bürokratlaşan yönetimler (Komünist Partiler) sosyalizmi sermaye birikimi yapamamış toplumların kalkınma yöntemi olarak görmeye başladılar. Toplumsal düzeyde olsun, bireysel düzeyde olsun, bilinen dünyada olmayan “değerler” bulunamadı, üretilemedi. Bu da, “Varolan sosyalizmi” kapitalist toplumların inceltilememiş kopyası haline getirdi. Özellikle, yöneticilerin sınır çizgilerini çizdiği güzel sanatlar alanında yaratıcılık ağır hasara uğradı.  Oysa asıl farkın burada kendini göstermesi gerekiyordu.

Dediğim gibi, özetin özeti bir “karalama” yaptım. Bütün sorunu iki üç cümlelik bir anlatıya indirgedim. Ama bu söylediklerimin bir ciddiyeti ve geçerliliği olduğu kanısındayım. Burada oldukça üstünkörü bir biçimde çizdiğim resmi (ya da “kroki”yi) geliştirmeye, içini doldurmaya çalışacağım.