Sosyalizm ve Rekabet
Murat Belge

Sosyalizmin bugün geldiği, pek parlak olmayan yerde, sosyalizmin birçok alanda kendi sahip olması gereken mantığı terkedip kapitalizmin kuyruğuna takılmasının payı olduğunu yazmıştım. Bunu düşünürken aklıma spor örneği geldi. Spor benim bildiğim bir alan değil; ama böyle siyasi bir bağlam içinde spora verilen yer üstüne birkaç bir şey söyleyebileceğimi düşünüyorum.

Spor çok “popüler” bir alan. Başta futbol, sporun birçok dalında “ne oluyor?” “kim kazanıyor?” çok insanı meşgul eden şeyler. Gözlemleyebildiğim kadar bazı Komünist ülkeler de bunun farkına vardılar ve varınca bunun etkili bir propaganda aracı olabileceğine karar verdiler. Bunun için planlar, programlar yaptılar, bütçeler ayırdılar, ciddi bir etkinliğe girdiler.

Yanılmıyorsam 1966’ydı; dünya futbol şampiyonluğu yapılacaktı. Katılan ülkeler arasında Kuzey Kore de vardı. Kuzey Kore şampiyonaya şaşırtıcı bir giriş yaptı. Uluslararası bir tanınmışlığı olmayan bu takım beklenmedik takımları yenerek işe girişti. Ama turnuvanın daha ileri aşamalarında Portekiz’e yenilerek iddiasını kaybetti (Portekiz’in ünlü Eusebio’lu yıllarıydı).

Bugün Kuzey Kore futbolun neresinde? Google’a baktım, yüzün ilerisinde bir yerdeymiş dünya klasmanında, 109, falan!

Peki, neydi o takım? Başarılarını nasıl kazandı?

Kuzey Kore öteden beri bir “kapalı kutu”dur. Onun için bu sorduklarımın doğru cevabını ben bilmiyorum; ama tahminlerim var. O yıllarda herhalde Parti (devlet) böyle bir çıkış yapmaya karar verdi. Futbol gibi beklenmedik bir alanda beklenmedik bir başarı yakalanacak ve böylece birçok kişi “Vay canına! Bak, adamlar komünist olunca ne biçim başarı kazanıyorlar” diyecekti. Bunun için araştırıp taraştırıp yetenekli oyuncu aradılar, buldular, bunlara yoğun mu yoğun bir program uyguladılar. Makine gibi oynatmayı gösterdiler ve bellettiler; turnuvaya gönderdiler. Plan bir noktaya kadar çalıştı. Sonra tıkandı. Buraya kadar. O zamandan beri futbolda bir Kuzey Kore mucizesi kulağımıza çalınmadı.

Dikkat edilmesi gereken nokta, belli ki bu episod ülkede de yaygın bir ilgi ya da heves uyandırmamış. Uyandırmış olsa olay yayılır, yeni parlak oyuncular yetişir, şimdi olduğu gibi yalnız yenilgileriyle kayda geçen bir “Kuzey Kore futbolu” olabilirdi — bir Güney Kore ya da Japonya futbolu olduğu gibi. Çünkü herhalde 1966 sürprizi şöyle elli kişinin katılımı ile gerçekleşmiş, kapalı bir olaydı.

Böyle olduysa bu “spor” dediğimiz şeyin olması değil, olmaması gereken şey. Spor (belirli sınırlar içinde yapıldığında) sağlık için yararlı bir şey, dolayısıyla mümkün olduğu kadar yaygın olması istenir. Elbette “rekabet” gerektiren bir şeydir ama bunun başat amaç olması da şart değil (örneğin bazı okyanus adalarında bazı yarış türleri icat etmişler, “kazanan” olmuyor — okumuştum bir yerlerde). Hiçbir iddiası olmayan insanlar da spor yapabilir. Ama tabii aralarından daha başarılı olanlar çıkar, onlar daha iddialı karşılaşmalara da katılır. Sporu gerçekten yaymayı başarırsanız, böyleleri de daha fazla çıkar (Çetin Altan’ın “tenis oynayan köylüler” rüyası). Ama spor, temelde, bir şampiyonluk ve kupalardan ibaret bir şey değildir. Anlattığım olayda Kuzey Kore’nin yaptığı olaya yalnızca bu tür “başarı” gözüyle bakmak.

Yalnız Kuzey Kore mi? Değil elbette. Sosyalist, kapitalist, herkesin gözünde bu vardı — ama daha az, ama daha çok. “Sportif başarı”nın bütün dünyada fazlaca yüceltildiğini düşünenlerdenim. Ama sosyalistlerin bu işi iyice abarttığını düşünüyorum — oysa bunu en az onlar yapmalıydı.

Kuzey Kore örneğinden başladım ama onların bu olayı bir kere olmuş, tekrarlanmamış bir olay. Bu konu açılınca Sovyetler Birliği, ama en çok da Doğu Almanya’yı ele almak gerekiyor. Doğu Almanya “spor” dediğimiz olaya dünyada en çok kapitalist anlayış ve etiğin katkıda bulunduğu “kazanma” hırsıyla bakmakla kalmadı. “Kazanma hırsı” dediğimiz şeyin ayrılmaz arkadaşı “rekabet” olgusunda da kuralları bozan işler yaptı. İşin içine “hile” kattı. Bu, olacak şey değil.

Tarih öyle getirmiş: genel olarak, erkekler fiziksel bakımdan kadınlardan daha güçlü oluyor. Madem böyle, Doğu Almanya, dayıyor kadın sporcularının diyetine testosteronu. Yok steroidler, yok androidler, “kuvvetli kadın” yetiştiriyorlar. Sakallı kadın filan da üretebilirler bu çabalarının sonunda. Kadınlar da madalyalarını alıp vitrinlerine koydukları sürece şikayetçi değil bu durumdan. Değil, çünkü “kazanma” mantığı bir “değer” olarak bütün topluma yerleşmiş. Altını, gümüşü, diziyorlar. Bir yandan sağlıkları bozuluyor, çünkü doğaya aykırı işler yapılıyor. Bu arada erkekler için de her şey yapılıyor ama Doğu Almanya kadın atlet üretmekte şampiyondu, çünkü burada anlattığım bu açığı gidermek sözkonusuydu.

Evet, bu muydu bu alanda sosyalizmin yapması gereken? Paylaşmaya ve eşitliğe dayalı bir etik oluşturmayı gerektiren bir düşünce biçimi ve bir toplum anlayışıyla yola çıkılmış; hayatın bu alanında böyle davranıyorsunuz. “Üstyapı” dediğimiz düşünce dünyasının bir “altyapısı” da vardır. O “altyapı” işte böyle tavırların toplum hayatında yerleşmesiyle başlar. Bilmem ne kadar testosteron yutturduğu kadını madalya alma kürsüsünde gördüğünde yalnız sevinç ve kıvanç duyuyorsan, içinden “başardık” diyorsan senin ideolojinin altyapısını hâlâ kapitalist dünya görüşünün yerleşik değerleri belirliyor demektir. İnsan düşüncesinde yığınla çelişki, tutarsızlık v.b. vardır ama “altyapı” dediğim bu düzeyde bir tür kendine özgü “sistematik” de bulunur. İstediğin kadar “eşitlik” nutku at, gerçeklik düzeyinde “kazanarak öne çıkma” dürtüsü egemen oluyorsa, bundan sosyalizm filan çıkmaz. Ne çıktığını gördük.

Sosyalizm, sosyalist olanı bir başka değerler düzeyine taşıyan bir şey olmalı; insanları kendine çeken yanı da “bilmem ne kupası” v.b. değil, bu özelliği olmalı. Bu özellik yok, bir yandan da kupayı Almanya, Amerika falan almış. O zaman, boş ver gitsin.