Yakın zamanda HDP eski eş genel başkanı Selahattin Demirtaş’ın iki metni kamuoyuna yansıdı. Demirtaş, T24’te yayınlanan yazısında Suriye iç savaşı, ağır ekonomik kriz, Çözüm Süreci’nin başarısızlıkla sonuçlanması, HDP’nin kapatılması talebiyle devam eden dava gibi hususlara işaret ederek yaşanan olumsuz tablonun sorumlusu olarak AKP-MHP’ye işaret etti ve kitlelere “seçime hazırlanın, iktidarı değiştirin. Başka yolu yok.” çağrısı yaptı. Bu yazıyı takiben, aydın, yazar, akademisyen ve gazetecilere gönderdiği bir mektup kaleme aldı. “Ülkemizin içinde bulunduğu kaos ve sürüklendiği çöküşten çıkışın biricik yolu farklılıklarımızla birlikte, ortak akılla hareket etmektir.” diyen Demirtaş’a göre “Temel hedef, taktiksel işbirlikleriyle seçim kazanmaya çalışmak olmamalıdır. Tam tersine asıl hedef, seçimler aracılığıyla Cumhuriyet'i demokrasi temelinde yeniden inşa etmek olmalıdır.”
Kürt siyaseti içerisinde önemli bir yeri olan ve Türk kamuoyunun da yakından takip ettiği Demirtaş’ın seçimlere ilişkin bu çağrısı her ne kadar belirli bir kesime dönük olmasa da Kürt sokağında ne düzeyde karşılık bulacağı önemli bir soru. Zira, Türkiye ölçeğinde bir karşılık bulması Kürt sokağının vereceği yanıta bağlı.
Türkiye’de çok partili sisteme geçişle birlikte 1950 yılında yapılan ilk seçimden bu yana Kürtler seçim siyasetine yatırım yapıyor.
Tarihsel olarak Kürt muhalefeti içerisinde iki ana eğilim ve bunların taşıyıcı aktörleri bulunuyor. Cumhuriyet öncesine kadar da götürülebilecek olan bu eğilimlerden ilkine sahip olan Kürt siyasi aktörleri ana-akım merkez partiler içerisinde yer alıp, onların bölgesel uzantısı olarak konumlanıyor. Bu eğilim bugün esas olarak AK Parti ve CHP içinde, sınırlı düzeyde de olsa DEVA, Gelecek Partisi ve Saadet Partisi içinde temsil ediliyor.
İkinci grup aktörler ise, kendi özgün örgütleriyle hak mücadelesi yürütmeyi tercih ediyor. Bugün bu eğilimin ana taşıyıcı aktörü HDP. Bununla birlikte, üçü İslami, beşi ise seküler hatta duran diğer küçük çaplı Kürt partileri de bu eğilim içerisinde değerlendirilebilir.
Seçim siyaseti, özellikle ikinci eğilime sahip Kürtler içerisinde 80’li yıllarda zayıfladı. 1980 askeri darbesi sonrasında siyasal alan esas olarak şiddetin belirleyici olduğu bir dönüşüm yaşadı. Bununla beraber, çatışmaların ve can kayıplarının en yoğun olduğu 1990’lı yıllarda bile Kürtler seçim siyasetine yatırım yapmayı sürdürdüler. Halkın Emek Partisi’nin (HEP) 1991 yılında kuruluşuyla birlikte seçim siyaseti Kürt meselesinin formasyonunda tekrar ana alanlardan biri haline geldi. HDP bugün bu geleneği sürdürüyor.
HEP’in kuruluşu üzerinden otuz yıldan fazla bir zaman geçti, 1950 seçimleri üzerinden ise yetmiş yıldan fazla. Kürtler hem özgün örgütler kurdular hem de merkez partiler içerisinde yer aldılar. Buna rağmen Kürt meselesine hâlâ kalıcı bir çözüm üretebilmiş değiliz. Bu noktada sorabiliriz: Kürt meselesinin çözümünde seçim siyaseti stratejik bir rol oynayabilir mi?
Seçim Siyasetinin Sınırları
Bu soruya olumlu cevap verebilmek için Kürtlerin siyasi, kültürel ve ekonomik taleplerini kabul edecek bir çoğunluğun mecliste oluşma ihtimalinin bulunması gerekir. Bununla beraber, hem geçmiş yetmiş yıllık seçim sonuçları hem de mevcut siyasi konfigürasyon yakın gelecekte böylesi bir çoğunluğun oluşmasının zor olacağını gösteriyor.
Kürtlerin demografik, ekonomik, siyasi ve sembolik sermayelerinin sınırları var. Kürtlerin nüfusunun Türkiye’nin toplam nüfusu içerisindeki oranı konusunda resmi bir veri yok. %15-25 arasında değişen oranlar dile getiriliyor. Son dönemde seçimlere yönelik kamuoyu araştırmaları yapan kurumlara göre ise ortalama 100 seçmenin 20’si Kürt.
Halihazırda Sünni ve Alevi Kürtlerden oluşan bu 20 seçmenin 12-13’ü HDP’ye, kalanları ise büyük oranda AK Parti ve CHP’ye oy veriyor. Bu anlamda, Kürtlerin demografik güçleri Ankara’da kurucu bir aktör olmalarına yetmiyor. AK Parti ve CHP içindeki Kürtlerin söz konusu merkez partileri dönüştürmesi yoluyla mesafe kat edilebileceği düşünülebilir. Bununla birlikte geçmiş deneyim ve bu partilerin ideolojik ve politik hatları Kürtlerin bu siyasi partiler içindeki gücünün de sınırlı olduğunu gösteriyor. Bu konuda değişim dinamiğinin de sınırlı olduğunu kabul etmek gerekir.
Kürtler demografik ve siyasi güçlerinden öteye bir ekonomik ve sembolik sermaye ve iktidara sahip mi? Kürt coğrafyası on yıllardır Türkiye’nin en yoksul ve en yoksun bölgesi. Kürt burjuvazisinin olup olmadığı ise yıllardır tartışılıyor. Özetle, Kürtler ekonomik sermaye ve iktidar alanında nüfus oranlarına denk bir pay sahibi değil.
Sinema, tiyatro, edebiyat, müzik, akademi gibi alanlarda da söz konusu ekonomik, siyasi ve demografik kapasitelerini artıracak bir güçleri bulunmuyor. Bu anlamda sembolik sermaye ve iktidarları da sınırlı.
Tüm bu tabloya baktığımızda, seçim siyasetinin Kürt meselesinin çözümünde etkili olmasının bir yolu, sorunun ana-akım merkez partiler arasında bir siyasi rekabet unsuru olması. Bununla beraber, ana-akım merkez partiler arasında Kürt meselesi konusunda radikal farklar bulunmuyor. Anadilde eğitim, Kürtçenin resmi dil olması, Kürtlerin en azından yerel ölçekte ademimerkeziyet ve güç paylaşımı yoluyla siyasal yönetime katılması ve kendini yönetmesi, bölgeler arası sosyoekonomik eşitsizliğin giderilmesi ve kaynakların adil bölüşümü gibi talepleri kabul eden bir ana-akım merkez parti bulunmuyor. DEVA ve Saadet Partisi diğer partilere kıyasla göreli olarak daha ileri söylemlere sahip. Ancak her iki partinin de temsil gücü çok sınırlı ve merkez parti olup olmadıkları ya da olma potansiyelleri tartışmalı.
Kürtlerin akil insanı, kıdemli siyasetçi Ahmet Türk yakın zamanda Independent Türkçe’den Faik Bulut’a verdiği röportajda CHP’nin Kürt meselesine ve HDP’nin karşı karşıya kaldığı baskı ve şiddet politikasına karşı pozisyonunu “suskunluk ve mesafe koyma tavrı” olarak tanımladı ve Kürt meselesinin Ankara’da bir rekabet unsuru olmadığını herkese hatırlattı. Türk’e göre, CHP Kürt meselesinin çözümünü içeren bir demokrasi programına sahip değil:
“Kılıçdaroğlu'na, Kürt sorunun çözümüne ilişkin ilk kuralın bu meseleyi sahiplenip içselleştirmek olduğundan bahisle, buna göre bir plan ve program yapılmasını önerdim. Aksi takdirde, sözü çokça edilen toplumsal demokrasi ve özgürlüklerin yarım kalacağını, başarısız olacağını söyledim.
Dedim ki: 'Sayın Kılıçdaroğlu, siz neden uzak duruyorsunuz HDP ve Kürtlerden?' Doğrusu, hiç renk vermedi ve ses çıkarmadı.
Sadece Kılıçdaroğlu değil; CHP içinde de buna benzer tereddütler, yalpalamalar, günübirlik konuşmalar ve ziyaret edilen yerin ahalisi göz önüne alınarak nabza göre şerbet vermeler devam ediyor.”
Kürt meselesi seçim dönemlerinde göreli olarak sınırlı bir çerçevede de olsa rekabet unsuru haline geliyor. En azından 1999-2015 arasındaki çözüm süreçlerinde reform takvimleri ile seçim takvimleri arasındaki paralellik bunu teyit ediyor.
Bu noktada, ana-akım Kürt siyasetinin Ankara’da Kürt meselesi konusunda dönemsel olarak ortaya çıkan rekabeti yönetme kapasitesi kritik önem arz ediyor. Ana-akım Kürt siyaseti %11-13 bandındaki toplumsal desteğini bu rekabeti büyütmek ve buradan çözüm yolları bulmak için değerlendirebilir. Kürt siyaseti bu rekabeti beslediği ve yönetebildiği ölçüde kimi reformların önünü açabilir. Bununla birlikte, 2013-2015 Çözüm Süreci’nin sonlanmasından bu yana ana-akım Kürt siyasetinin Kürt meselesini Ankara’da bir rekabet unsuru haline getirme kapasitesinin ve bu konudaki siyasi ve toplumsal yatırımının oldukça sınırlı olduğu görülüyor.
Yerel Seçimler ve Yerel İktidar
Kürtlerin Türkiye genelindeki ekonomik, siyasi, demografik ve sembolik sermayeleri ve iktidarları sınırlı olsa da kendi tarihsel coğrafyalarında durum farklı. Hem HDP içinde siyaset yapan Kürtler hem de merkez partiler içerisinde yer alan Kürtlerin siyasi ve ekonomik taleplerini bulundukları yerel alanlarda hayata geçirme olanakları -belediyeler üzerindeki tüm idari ve mali vesayete rağmen- daha fazla.
Nitekim 1999-2016 arasında HDP geleneği yerellerde önemli bir iktidar odağı oldu. Söz konusu yerel iktidar deneyimi bir yandan Kürtlerin sorunlarını çözme, kendi gündelik yaşamlarını kurma ve yeniden üretmelerinde önemli imkanlar yarattı. Öte yandan, Kürt meselesinin siyasal alanda çözümüne kapı açarak, yine Kürt itirazının legalleşmesine ve kurumsallaşmasına katkı sunarak Türkiye’de barış ve entegrasyon siyasetini büyüttü.
Bu noktada, yerel seçimler, yerel iktidarlaşma süreçleri, farklı Kürt siyasi gruplarının yerel ölçekte mutabakat inşa etme kapasiteleri, genel seçimler ve merkezi ölçekteki siyasi katılıma kıyasla -bugünkü şartlarda- Kürt meselesinin çözümü için çok daha fazla önem arz ediyor. Yine, yerelleşme, ademi merkeziyet, güç paylaşımı, belediyelerin yetki ve sorumluluklarının, mali kaynaklarının genişletilmesi meselenin çözümünde kritik bir yerde duruyor. Bu anlamda, Kürt meselesinin çözümünde güç paylaşımı ve ademimerkeziyetin, anadil ve şiddetsizlik meseleleri kadar önemli olduğu, hatta bu sorunların da çözüm yolunu açacak ana stratejik alanları teşkil ettiği söylenebilir. Özetle, genel seçimlerden ziyade yerel seçimlere yatırım yapmak, yerel iktidar alanlarını genişletmek Kürtler açısında daha rasyonel bir tercih olarak duruyor.
İnşacı Siyaset
Kuşkusuz neredeyse tüm HDP belediyelere kayyımlar atanmışken, yerel seçimlere bu ölçekte anlam biçme anlamsız ve irrasyonel gelebilir. Öncelikli olarak ülke genelinde kayyım siyasetini imkânsız kılacak bir siyasal ve hukuksal değişim ihtiyacının altı çizilebilir. Bununla birlikte, bu konuda muhalefet cephesinde de umut veren bir tablonun olmadığının altını çizmek gerekir. Kayyım siyaseti ve uygulamaları altıncı yılına girdi. Bu konuda sınırlı sembolik demeçler dışında merkez partiler içerisinde dişe dokunur bir itiraz gelişmedi. Kayyımlar Türkiye siyasetinin normali haline geldi. Daha da kötüsü ülkenin batı yakasında bu konuda göz ardı edilmeyecek bir toplumsal destek bulunuyor. Tüm bu olumsuz tabloya rağmen, altılı muhalefetin ortak tutum belgesinin kayyım meselesini içermesini not etmek gerekir. Bununla beraber, mesele kayyımların bir daha gelmemesi değil, bundan öteye ülke genelinde güç ve kaynakların adil ve dengeli dağılımı.
Yukarıda altını çizdiğim hususlar, Kürtler açısından seçimleri merkeze alan siyasetin sınırlarına işaret ediyor. Bu noktada, seçim siyasetine odaklanan, yüzü geleceğe dönük, “talepkâr siyasetten” ötesini tartışmaya ihtiyaç var. Kuşkusuz bu alan önem arz ediyor. Bununla beraber, Kürt muhalefetinin şimdiki anı merkeze alan, kendi gündemini yaratan, alternatif sunan “inşacı bir siyasete” yönelmesi ve ülkenin batı yakasında sınırlı da olsa var olan alternatifler inşa eden toplumsal hareketlerle köprü kurması tüm bu sıkışmışlığı aşmak için bir alan açabilir. Daha açık bir ifadeyle, siyaseti siyasi partiler ve seçim çalışmalarından öteye toplumsal sorunların çözümü için toplumsal mobilizasyon ve ağların inşası, somut sorunlara somut çözümlerin üretildiği bir tür alternatif inşa alanı olarak değerlendiren bir yaklaşım gereklidir.
Yerel ölçekte alternatif toplumsal inşalara olanak tanıyacak yeni oyun/hareket alanlarının oluşturulması siyasal taleplerin merkez tarafından kabul edilmesi yoluyla olmayacak muhtemelen. Yerel ölçekte, alternatifler inşa edildikçe, toplum içerisinde değişime ve dönüşüme dair rıza üretildikçe merkez siyasetin bu toplumsal talepleri kabul etmesi sağlanacak.
Somut bir örnek üzerinden ifade edersek, Kürtler dillerini korudukça, yeni kuşaklara aktardıkça ve gündelik hayatta alternatif yol ve yöntemlerle alanlar inşa ettikçe Kürtçe eğitim ve Kürtçenin en azından yerellerde ikinci resmi dil olması gibi talepleri kabul görecek. Taleplerin merkez tarafından kabulü ve yukarıdan aşağıya doğru bir yöntemle yol almak herkes için çok daha kolay ve daha az maliyetli bir yol sunabilirdi. Ancak geçmiş tecrübe bunun böyle olmayacağını ve aşağıdan yukarıya doğru bir inşanın gerekli olduğunu gösteriyor.