Siyasal iktidarın, eylem ve söylem alanını hapsettiğini, onu kendinden menkul dar alanlara sıkıştırdığını söylemeye gerek var mı bilmiyorum. Bu, biraz da malumun ilamı, haliyle ve içinden geçtiğimiz bu AKP’li yıllar deneyimini hesaba kattığımızda. Ama dünya, biz bu rejimin altındayken de dönüşmeye, değişmeye, yer yer çatlamaya ama çatlaklarından gerektiğinde sızmaya devam ediyor. Dijital dünya, sanal da olsa akacak bir mecra olarak bunu yapmıyor mu? Kendi dilini, kendi gazeteciliğini, kendi enformasyonunu, hatta yer yer kendi hukukunu bile kendisi yaratıyor. Söylemin, sözün, hayatın gasp edildiği bu yerde, dijital dünyanın akması ve seni kendi içine de alarak hayata aktarmasıyla, dünyayı “takip” edebilme, başkalarıyla karşılaşma imkânı yaratmasıyla, hayatın tamamının değil, ama bir kısmının aksi, aynası olmadığını söylemek mümkün mü? Orada yaşanmıyor elbette ama orası yine de yaşıyor.
27 Mayıs 2022 itibariyle sosyal medyaya ilişkin düzenlemeleri daha doğrusu sınırları ve kısıtlamaları da içeren ve kamuoyuna “dezenformasyon yasası” olarak yansıyan kanun teklifi Meclis’e sunuldu.[1] Bunu dijital dünyadan gelerek anlatmamın bir sebebi var. Yakın zamanda Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ne demişti: “Tweet attı diye soruşturma açılan bir kişi yok, tweet’e yazanlardan dolayı açılıyor.” Mealen sorun tweet değil de, tweet’te ne yazdığı diyor haliyle. Bunu bir kanun haline getirin deseler, sanıyorum tam da böyle cisme bürünürdü. Siyasal iktidarın sahiplerinin sözlerinin bir anda kanun hükmü olması meselesi: Konser iptal edilsin denildiğinde, konserin iptal edilmesi; şunu içmesinler denildiğinde içilmemesi için çıkarılan kanunlar ve vergiler; şunu izlemesinler dedikleri anda yayın yasakları, filmlerin yasaklanması, erişim engelleme kararları; şunu okumasınlar derlerse hemen kitapların toplatılması, müzik dinlemesinler diye müziğe konulan yasaklar… Bu kelamın, söylendiği anda kanun olma meselesinin, AKP iktidarın sistematik bir politikası olduğunu söylemeye çalışıyorum sanırım. Fermanı, hükümdür politikasından.
Dezenformasyon kanunu diye bildiğimiz şey, tam da böyle bir politikanın cisimleşmiş, çehresine kavuşmuş hali. Bir şeyin bulunduğu kapla içindeki her zaman aynı değildir sanıyorum. Yani şahane bir kutuya, şeklen çok güzel söylenmiş sözlerin içinde, bambaşka zehirli otlar, riskli paketler sıkıştırabilirsiniz. Bu pekâlâ bir siyasal iktidar biçimi de olabilir. Kanunun gerekçesi, tam da bu metodolojiden bahsediyor. Sosyal medyanın, kullanıcıların ve devletlerin çok haklı taleplerine karşılık vermediğinden, internetin, sahte hesaplarla farklı siyasi düşüncedeki kişilere, rakip olarak gördüklerine, farklı dinlere veya milletlere yönelik küfür, iftira veya hakaret etmek, karalamak ya da itibarsızlaştırmak, nefret ve ayrımcılığa zemin oluşturmak amacıyla kullanılmasından bahsediyor. Bunların yarattığı risklerden. Peki getirdiği koruma, kendisine karşı nefret suçu işlenenlere mi, yoksa nefret suçunu işleyenlere mi yönelik? Çünkü bu haliyle, belli ifadelerin müstakil suç olarak düzenlendiği biçimiyle bu kanun, tam da siyasal iktidarın dilini konuşmayanların dillerini kesmek üzerine kurgulanmış: “Vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini hem diğer kullanıcılara hem de sosyal medya platformlarına karşı koruması gerekmektedir.” diyor kanun gerekçesi. Vatandaşların, makbul ve terörist olarak ikiye ayrıldığı yerde, hangi vatandaşın kimden korunacağını sorusu haliyle havada kalıyor.
Yasa teklifinde, internet haber siteleri de süreli yayın siteleri kapsamına alarak basın faaliyetine dahil ediliyor. Bununla beraber onları kısıtlayacak türlü çeşitli yasaklar da hemen arkasından geliyor. Bunun içinde yasağı kararlarının hemen onlar için de alınabilmesi, basın kartı sahibi olan gazetecinin basın ahlak esasına uymaması sebebiyle basın kartı iptal edilirse beş yıl boyunca basın kartı alamayacağı düzenleniyor. Belki gazeteci için sadece uyarma ve kınama gerektiren bir fiil, bu sebeple beş yıl süreli bir meslekten mene dönüşecek. Gazetecinin adli sicil kaydında basın kartı verilmesine engel bir durum varsa, adli sicil kaydından silinene ya da memnu hakların iadesi kararı verilene dek bir daha basın kartı alamayacak olması da başka bir handikap. Ahlakın, siyasal iktidar dilinde nasıl kullanıldığını, bu genel geçer ve içi boş gerekçenin nasıl bir toplumsal ve kişisel tanzim aracına dönüştüğü ortada. Üstelik kadınlar için neyi ifade ettiğini de biliyoruz. Hem de basın ahlakına uymayan gazeteci hakkındaki bu kararı Basın İlan Kurumu verecek, onun da cezaları hangi gazetelere verdiğini, hangi haberleri engellediğini biliyoruz. Yani gazeteciler, sadece muhalif ya da eleştirel oldukları için hem reklam kesme cezasına uğrayacaklar, hem de basın kartları iptal edilecek yani “basınsız gazeteciler” olacaklar.
Yayın durdurulması kararının internet haber siteleri için verilemeyeceği söylense de burada başka bir şey kast eden bir ters köşe var: Eğer bir haberin yayından çıkarılması ile erişimin engellenmesi gerekiyorsa, düzeltme ve cevap metninin bir hafta süre ile yayımlanması zorunlu oluyor. Yani haksız yere ve keyfi şekilde bir habere müdahale edilmesi durumunda, bir de onun yerine muhatabın cevabının bir hafta boyunca o sitede durması gerekecek. Siyasal iktidarın bu hükmü kötüye kullanmayacağı, kendisinin rahatsız olduğu haberleri bu şekilde tevil edip yerine yenisini dolaşıma sokmayacağını kim söyleyebilir? Bu, toplumsal hafızanın nasıl şekilleneceği ve manipüle edileceğine yönelik kocaman bir sansür hükmü değil de nedir?
Resmi ilan ve reklamların, sadece basılı gazetelere değil internet haber sitelerine verilmesinin önü açılıyor. Bu reklamların hangi esaslara dayanarak dağıtıldığını Türkiye’nin basınsız havuz medyası tecrübesinden öğrenmiştik, şimdi de sanıyorum bu ilanların neye göre dağıtıldığını izlemek için bir internet haber sitesi takibi yapmak da gerekecek.
Ancak kanun teklifinin, hepimizin sesine ve sözüne hüküm koyan düzenlemesi 29. Madde. Bu madde, Türk Ceza Kanunu’nda bir değişiklik yapıyor ve “halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma” adında müstakil bir suç getiriyor. Buna göre,
“(1) Sırf halk arasında endişe, korku veya panik yaratmak saikiyle, ülkenin iç ve dış güvenliği, kamu düzeni ve genel sağlığı ile ilgili gerçeğe aykırı bir bilgiyi, kamu barışını bozmaya elverişli şekilde alenen yayan kimse, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.
(2) Suçun, failin gerçek kimliğini gizlemek suretiyle veya bir örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenmesi halinde, yukarıdaki fıkraya göre verilen ceza yarı oranında artırılır."
Bu maddenin gerekçesinde, ifade özgürlüğünün “fikirler pazarı” olduğu söylenmiş. Bu, kanun yazıcıların görüşü olabilir tabii, yani fikri dahi bir piyasa ve pazar tasavvuru olmadan düşünememek, bunun muhakkak satışa çıkarılacak, ticareti yapılabilecek bir pazar olarak görülmesi. Ama bu madde bugün, iktidara yakın ve muhalif düşünce ayrımının yapılmadığı, ifade özgürlüğünün muhalif düşünceyi korumak için değil, siyasal iktidarın görüşlerini tüm kamuya yaymak için kullanıldığı bu iklimde ne işe yarar? Bir fişleme, nefret söylemini ve suçunu gizleme, insanların söz hakkına, söyleme hürriyetine fiili ve kanuni bir engelden başka ne olur?
Teklifin 32. maddesiyle erişim engelleme yetkisinde yeknesaklık sağlanması gibi bir gerekçeyle, erişim engellemede yurt içi ve yurt dışı ayrımının kaldırılması, tüm haberlere müdahale edilmesinin yolu da açılıyor. Ayrıca 33. maddeyle içeriğin çıkarılması ve/veya erişimin engellenmesi kararı verilmişse, bunun başka internet sitesinde de engellenmesi için o site için yeni bir mahkeme kararına gerek olmadan herhangi bir ilgilinin başvurusu üzerine o içeriğin çıkarılması ya da erişimin engellenmesi kararı verilebilecek. Yani muhbir vatandaşların, sadece tek bir şikâyeti bu açıdan yeterli olacak. Teklife eklenen bir maddeyle Milli İstihbarat Teşkilatı’nın faaliyetleri ve personeline yönelik suç teşkil eden içerikler katalog suçlar kapsamına dahil edilmiştir. Bu şu demek, MİT faaliyetleri ve personeline yönelik haberlerde sadece yeterli şüphe söz konusuysa içeriğin çıkarılmasına ve/veya erişimin engellenmesine karar verilir. Yeterli şüphenin ne olduğu ise tabii ki muğlak.
Tüm bu düzenlemeler, bir yandan Batı’da da sosyal medya düzenlemeleri yapıldığı gerekçesiyle sümen altı ediliyor. Halbuki sosyal medya yasaklarının ve düzenlemelerinin karşılaştırmalı bir analizinde, bunun otoriter-baskıcı rejimlerde nasıl farklılaştığı, diğer ülkelerde aşırı sağın, faşizan ve şiddet içeren ifadeleriyle ve eylemleriyle mücadele kapsamında yapıldığı, dolayısıyla muhatabının kim olduğunun belirlendiği görülebilir. Yasaklanan kamu değil, yasaklanan nefret suçudur. Denge ve Denetleme Ağı, bu karşılaştırmalı analizi yapmıştı. Çin hükümeti tarafından çıkarılan sosyal medya düzenlemesinin “Çin topraklarında internet, Çin egemenliği altındadır” vurgusu içerdiğini onlar yazmıştı.
Tüm bu düzenleme aslında söylemenin ve konuşmanın sınırlarını itinayla çiziyor. Hikâye anlatmanın, deneyim aktarmanın, dünyayı paylaşılacak bir yer, ülkeyi birbirimizden sorumlu olduğumuz bir kamu olarak görmenin reddi ve inkarı. Artık, birbirimizin hikayelerini dinlemeye, alternatif bir bilgi ağı oluşturmaya, dünyayı takip etmeye, yeni mecralarda akmaya setler çeken yeni bir kanunumuz var. Bu kanunun muhatabı doğrudan biziz, yani kamu. Halbuki bildiğimiz mücadele hala baki ve kadim: Kamu, birbirimizden sorumlu olmaktır ve suyun akışı -yani akacak mecra- setler çekerek durdurulabilecek bir şey değildir.
[1] Basın Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi, https://www2.tbmm.gov.tr/d27/2/2-4471.pdf