Halil Katliamda Ölmüş Olsaydı, Halil Katliamda Ölmüş Olacaktı
Sema Aslan

Jale Sancak’ın 2013 yılında yayımlanan romanı Fırtına Takvimi[1], karşılaşma anlarına ilginç bir örnek. Adıyla söylenmese de, roman karakterleri Kevser ve Yücel’in Sünni; bu iki kardeşin âşık olup evlendiği Halil ve Leyla’nın Alevi olduğunu anlıyoruz. Romanda bize yol gösteren, şimdiyle geçmişi “palimpsest hafızayla” karşımıza çıkaran kişi, zaman zaman hafızasını açarak konuşan Leyla’nın annesi Ziyar olur: “…son günlerde sokaklarda birilerinin dolaştığı, müphem haller belirip evlerin geceleyin gözetlendiği (…) Ya hortlayıverirse geçmiş (…) Hele de yirmi beş yıl evvelki gibi kan dökülürse…” Bazen de “Yüzlerce yılın eziyeti, işkencesi, hoyratlığıyla bitik, yöğümsüz bir adam” olan Halil açar hafızasını. Yazarın saptamasıyla -her durumda- gençler değil de, bir Ziyar bir de Halil bilir “kanın dökülüşü”nü. Yazar, büyük ihtimalle Ziyar ve Halil’in hem kurban hem de tanık oluşlarına atıf yapıyor bu anda. Çünkü “…insanlığın bir bölümü (…) vahşeti bir şölen duygusu içinde gerçekleştirirken, o tanıklar orada kurban olarak bulunuyorlardı.”[2]

Katliam öncesinin tüm belirtilerini taşıyan günlerde Ziyar’ın korku dolu sayıklamalarından anlarız ki, romanın güncel zamanı 2000’li yıllar. 25 yıl önce bir katliam yapılmış. 1978 Maraş Katliamı. Romanda doğrudan katliamı anlatan bir bölüm yer alıyor ancak Fırtına Takvimi, okurunu, işkence altında onursuzlaştırılmaya ömür boyu mahkûm bir karakterle karşılaştırması açısından önemli özellikle: Halil, Maraş Katliamı sırasında 16 yaşında. Ölümden kıl payı kurtulduğu katliamdan 25 yıl sonra, bu kez de çocuğunun yanlış tanı ve tedaviyle ölümünün soruşturulmasını istediği için gözaltına alındığında ölümle burun buruna gelir. Dahası karısı ve büyük kızı Yazgülü’nün de tanığı olduğu ağır işkenceyle bütünlüğü yıkılır. Katliamla yok edilememiş olanı öyle ya da böyle, o günlerde ya da 25 yıl sonra ama mutlaka yok etmek, sadece yok edilememiş olanı değil, yok edilememiş olanın kurduğu yeni aileyi, dünyaya getirdiği çocuğu, kendi hikâyesinin yasını tutacak olanı da yok etmek anlamına geliyor bu. Halil katliamda ölmüş olsaydı, Halil katliamda ölmüş olacaktı. (Bu, kalanlar için böyle olmayacaktı kuşkusuz. Halil’i tanıyan-tanımayan herkes Halil’den sonrasını yaşayacaktı, yaşıyor da.) Şimdiki durumda Halil, Kevser ve Yazgülü parçalanmış, yıkılmış oldular. Bu süreklilik, felaketin sürekliliği bize bir şey söylüyor. Umut Tümay Arslan’ın zihin açan çalışması Kat / Sinema ve Etik’ten[3] bir alıntıyı, Jale Sancak’ın anlatısıyla yan yana okumayı isterim: “…1915’i palimpsestik bir hafıza içinde kavramanın dönüştürücü bir gücü var. Soykırımı sadece insanların yok edilmesi değil, bu yok edişin izlerinin silinmesi değil, aynı zamanda tekrar eden yapısal ve ırksallaşmış bir şiddet olarak kavramamıza olanak tanıyor bu hafıza.” Sadece Halil’in hikâyesine, tekil bir hikâyeye bakıyoruz şu anda: Halil, 16 yaşında katliamda ölecekti, ölmedi. Yapısal ve ırksallaşmış şiddet, bu ölümle engellenmeyecekti ama bu şiddeti tek bir karakterin yaşam hikâyesi üzerinden okumak, felaketin sürekliliğini dolaysız görmeyi sağlıyor.

Palimpsest hafıza, bir şey daha söylüyor: Dışarısı yok. Dışarıda durarak travmaya bakmak, travmayı dışarıdan işaret etmek ama daha önemlisi, dışarıda olmak mümkün değil.

Yine Maraş Katliamını konu alan bir romandan ilerleyerek: 

Cem Kalender’in Kayıp Gergedanlar[4] romanı, karşılaşma anlarına bir diğer örnek. Maraşlı olan Kalender, kendisiyle yapılan bir söyleşide[5] romanı yazabilmesini, Alevi bir ailede yetişmemiş olmasına bağlıyor:

“Alevi bir ailede yetişseydim böyle bir roman yazamazdım. Sünni bir aileden olmam beni ‘patavatsız’ kıldı, özgür kıldı. Ama şurası var, katliam romanı nasıl yazılır, Alevi-Sünni çatışması nasıl yazılır -ki bu olayda bir çatışma değil, düpedüz katliam var- bu nasıl yazılır? Kitapta oldukça vurdumduymaz bir dil kullanmaya çalıştım, kitabı onun üzerine kurmadım, ‘geçiyordum uğradım’, ‘şöyle bir bakıp gideceğim’ diyen bir dil kullandım. (…) Özellikle ‘göz ucuyla’ bakmaya çalıştım. Dışarıdan bir kalem olmanın avantajını kullandım.”

Buradaki “vurdumduymaz” ve “dışarıdan bir kalem olma” vurgularına bakmak, hakiki bir karşılaşma ânı. Kayıp Gergedanlar, katliamın bir mahalle ve mahallenin kanaat önderlerinden biri olan Salman Hoca ve ailesi üzerinden apaçık sahnelerle anlatıldığı bir kitap. Yazarının hatırlatmasıyla Alevi olmayan bir kalemin elinden çıkmış kitapta, yazarın kendini konumladığı yer (bu söyleşiden referansla) “dışarısı”. Oysa Jean Améry, (tarihsiz bir hayat sürmeye karar vermediysek) bize bir “dışarısı”nın olamayacağını çoktan söylemişti. Cem Kalender romanıyla ilişkisindeki bir mesafeden de söz ediyor bir de söyleşisinde (belki tam da bu nedenle; kimsenin dışarıda olamayacağını bildiği için yani). Kitabın kendinden mi çıktığını soruyor, yabancı hissettiğini, kendini kitapta bulamadığını söylüyor[6].

Karşılaşma ânı: Bu kitap benden mi çıktı? Dışarısı yok.


[1] Jale Sancak, Fırtına Takvimi, Hep Kitap, 2018

[2] Jean Améry, Suç ve Kefaretin Ötesinde / Alt Edilmişliğin Üstesinden Gelme Denemeleri, “Hınç” bölümünden. Çev. Cemal Ener, Metis Yayınları, 2015

[3] Umut Tümay Arslan, Kat / Sinema ve Etik, Metis Yayınları, 2021.

[4] Cem Kalender, Kayıp Gergedanlar, Alakarga, 2013.

[5] https://ilerihaber.org/icerik/cem-kalender-ile-kayip-gergedanlar-uzerine-11017.html

[6] Cem Kalender, aynı söyleşide gergedanlar, Ermeniler, Kürtler, Aleviler, Çingeneler… diye sıraladığı “bu topraklarda yeri olmayanları” bir katliam anlatısının içine yerleştirirken, o esnada yani, aslında bir dışarısının olmadığının farkında -sorulara yanıt verirken kendi içiyle yaptığı konuşmadan, bu izleri takip etmenin mümkün olduğunu ve Kalender’in kendi yazısı üzerinden kendiyle konuşmayı sürdürdüğünü düşünüyorum.