Bu sözcük medyanın diline tam ne zaman sızdı bilmiyorum. Ama nereden sızdığı hakkında bazı kestirimlerde bulunmak daha kolay. Daha çok gazetelerin üçüncü sayfalarında (“şehir haberleri” ki çoğu durumda cinayet haberleri demektir) belirdiğine göre, polis muhabirleri aracılığıyla Emniyet’in ta kendisinden geldiğini düşünebiliriz. (Kolluk kuvvetlerinin Türkçeye verdiği zararın sonu yok. Mesela “duyum”, TSK ve Emniyet tarafından istihbarat anlamında kullanılan. O zaman “muhbir vatandaş” da “duyumcu vatandaş” veya “duyurucu yurttaş” mı olacak?) Ben de Tanıl Bora’nın (Zamanın Kelimeleri) yöntemini izleyip bu garabete bir toplumsal çözülmenin veya kopuşun dilsel sismograftaki kaydı olarak bakacağım.
Spor dışında TV seyretmediğim için sadece basından aldığım izlenimlerden hareket ediyorum. Hemen görebileceğimiz bir olgu şudur: gazetelerin yorum/köşeyazısı bölümlerinde değil, “şehir haberleri” (kent duyuşları?) kısmında karşılaşıyoruz “husumetlisi” terimiyle. Kendilerini hâlâ eski anlamıyla “basın erbabı” saydıklarından olsa gerek, en çığırtkan gazetelerin bile köşeyazarlarında bir çekingenlik seziliyordur. Öyleyse şu da bir ölçüt sayılır: Evrensel, Yeni Yaşam veya Birgün gibi sol gazetelerde bu terime hiç rastlamayız. Demek mitinglerin, konserlerin, kurultayların, kongrelerin, sergilerin ve mahkemelerde siyasal davaların kamusuna ait değildir. Erişebildiğim yerel gazetelerde gözüme ilişmedi, dinleyebildiğim yerel radyolarda kulağıma çalınmadı. Şu halde genellikle “it basın” ya da “lumpen basın” olarak sınıflandırılan yayınlarda kullanıldığını söylemekte sakınca yoktur.
TBMM görüşmelerinde/atışmalarında işitiliyor mu? Bir şey diyemem. Ya yargı? Tamam, siyasal davalarda işitmiyoruz, ama yargının başka alanları ve yargıçların kendileri? Bana öyle geliyor ki, yargının kasıtlı ve dolaysız müdahalesiyle değilse bile, gözetimi altında gerçekleşen bir dönüşümdür bu; yargıçların pasif katkı ya da teslimiyetlerinin payı büyüktür.
Ama içeriğe geçelim. Şu cümle asgari bir ortalamadır herhalde: Semt pazarında (ya da PTT önünde) husumetlisiyle karşılaşan kişinin açtığı ateşte… Ya da hayali olmayan bir örnek, 29/05/2022 tarihli Cumhuriyet’ten: “Esenyurt’ta bir şahsın kafede börek yediği esnada arkasından yaklaşan husumetlisi tarafından kulağı kesildi. Olay anı kameraya yansırken…” Ama daha yaygın kullanımda tekil kişi yerini çoğula bırakır ve yargı da sahneye çıkar: Adliye önünde (veya koridorunda) husumetlileriyle karşılaşan grubun açtığı… Ne oluyor bu ifadelerde?
Uğraştığımız sorunu en iyi özetleyen cümle, bu sözcük üzerinde düşünmeye çalıştığımı söylediğim bir dostumun cevabıydı: “Husumeti biliriz de, husumetlisi ne oluyor?” Orada ne olup bittiğini anlamak için sözcüğün bazı yakın-anlamlılarını ayrıştırmakla işe başlayabiliriz. Eskiden (mi?) bir “ihtilaflı/sı” terimi vardı ve münhasıran değilse bile esas olarak adli söyleme aitti: bir davada karşı karşıya gelmiş taraflar. Dava sonuçlanınca, bu ihtilaf/lılık durumu da en azından teorik olarak sona erecek. Davalılar da aynı anlamda. Demek kısa süreli ve olumsal bir karşıtlığı ifade ediyor. Oysa “husumetlisi” dendiğinde, çok daha kalıcı ve “yapışkan” bir durumdan söz edildiğini sezmemek mümkün değil. Demek hukuku ve davaların bitimliliğini aşan, ihlal eden bir durum söz konusu. Bazı emlak/toprak davalarının onyıllar boyu sürmesi, kuşaktan kuşağa aktarılması teorik olarak bitimlilik/sonluluk ölçütünü geçersizleştirmez.
Ya düşman, düşmanlık – husumetin Türkçesi saydığımız sözcük? Husumetle aynı kökten “hasım” da zaten düşman demek değil mi? Tam değil. Hasım düşman kadar sert, kesin bir karşıtlığa işaret etmiyor; “muarız”a (bir tartışmada karşısında yer aldığımız taraf) daha yakın. Düşmanı yerine husumetlisi derken bir örtme çabasının varlığı da sezilir: düşman fazla açık bir sözdür, özel ve medeni hukukta bu terime yer yoktur, ancak devletler hukukunda ya da “strateji/jeopolitik/uluslararası ilişkiler” disiplininde kendine yer bulur. Düşman dediğimiz anda ortada bir “tartışma” veya “çekişme” değil, düpedüz savaş vardır. Yabancı devletlerle (“devlet-dışı güçlerle”?) yapılan bir savaş.[1] Savaş da en geç Napolyon’dan beri, düşmanın sadece mağlup edilmesi değil, giderilmesi demektir, en azından boyun eğdirilmesi. (“Rejim değiştirme” ilk kez Bonapart’ın akınlarında bilinçli bir hedef olarak benimsenmişti.) Savaşların sonlu, bitimli olduğunu düşünmeye yatkınızdır: savaşlar vardır, Savaş değil. Oysa uluslararası ilişkilerin bir “disiplin” haline gelmesinde büyük payı olan E. H. Carr gibi yazarlar, savaşın en önemli sonucunun ve sebebinin yine savaş olduğunu inandırıcı bir biçimde savunabilmişlerdir.
Fazla açık ve nihai bir sözcük savaş/düşman: bir kez söylendikten (ilan edildikten) sonra artık fiilen savaşmaktan başka yapacak bir şey kalmamıştır. İşte “husumetlisi” de bu fazla nihai terim ile “ihtilaflısı/davalısı” sözünün pozitif hukuk kökenli yasallığı/düzenliliği arasında bir yerde salınıp duruyor, ikincisinden ziyade birincisine yakın. Husumetin tarafları için olmasa bile bu sözü böyle kullananlar açısından belli bir çekingenliği, hatta korkuyu da ele verdiği söylenebilir, güçsüz mahalle kabadayısının temkinli saldırganlığını. Çetin Altan olsaydı, “düello kültürünün değil, pusu kültürünün ifadesidir” diyecekti belki. Pozitif hukukta içerilemediği kesindir.
***
Başka neler geliyor bu sözcükten, kulağımızı yaklaştırdığımızda ne gibi çağrışımlar, yan anlamlar? İç içe geçmiş halkaları hatırlatan bir bağlanma şekli. Husumetlisi, babasının oğlu, dedesinin torunu, teyzoşunun tatlısı, kediciğinin anacığı… Beni başkasından (oğulcuğumdan) dolanarak yine bana iliştiren bağlantı. Ben o var diye varım, o da ben varım diye var. Kişiden çok, kişinin bağlantılarını, akrabayı taallukatını, klanını, kabilesini akla getiren şeyler. Husumet sahibi, çözülmez biçimde husumetlisine bağlanmıştır, iç içe geçmiş iki yüzük gibi. Ayrılmak, kopmak, bağımsızlaşmak istemeyecektir: bir tür “husumetten ve husumetliden beslenme” hali. Öte yandan, hemen her zaman bireyselliği aşan ya da gerisinde kalan bir bağlantı var, aile, klan, aşiret, kabile. Millet denen şeyi de kendi yüzlerine benzeten bağlılıklar. Ya da tersi.
Ama asıl sözcük, asıl eş-anlamlı, orada, karşımızda duruyordu başından beri, hiç mi aklımıza gelmedi. Evet, fark yoktur husumetlisi ile kanlısı arasında. Israrın, yapışkanlığın, “viskozite”nin nereden geldiğini anlayabiliyoruz: kan, dökülmüş kan, yerde kalmaması gerektiği söylenen ama her zaman bir yerlere bulaşan kan, aileler ve sülaleler arasında kuşaklar boyu aktığı varsayılan kan. “Adam adliye önünde kanlısına rastladı ve hemen silahına…” Ama olay medyanın diline böyle kaydolmuyor. Ya “aralarında kan davası olan kişiler/aileler” diye geçiyor, ya da yine “husumetlisi” terimi devreye giriyor. Niçin?
Basit sebep şu olabilir: Her “husumetlisi” aynı zamanda “kanlısı” da olmak zorunda değildir. Kan dökülmediği halde iki taraf husumetle bağlanmıştır birbirine (onyılllarca süren arazı davalarında olduğu gibi). “Kanlılık” belki bir sonraki evrenin ilişki türü olacaktır (öte yandan “halk arasında” bu terimlerin tastamam aynı anlamda kullanıldığını da biliyoruz).
“Kanlısı” da tıpkı “düşman” gibi fazla açıktır, fazla nihai: bir kez özel alanın dışında, kamuya açık biçimde kullanıldıktan sonra artık pazarlık ve uzlaşmalara pek yer kalmaz. Dosdoğru eyleme geçilmelidir. Oysa “kan davası” deyimi, akıtılmış kanı tıpkı “kurban”da olduğu gibi düzenlileştirmenin, kural-içi kılmanın, ona yasallık değilse bile “anlaşılırlık”/meşruluk kazandırmanın bir yoludur. “Kan davası” dendiğinde, derhal cezalandırılması değil, nezaketle anlaşılması, özenle “incelenmesi” gereken bir kepazelik vardır ortada. Ceza hukukunda kan davasının şiddetli sonuçlarıyla (ölüm, yaralama vb.) ilgili düzenlemeler elbet vardır, ama kan davası gütmenin bir yaptırımı yoktur, husumet duymanın ve birinin husumetlisi olmanın da yasada tanımlanmış bir suç oluşturmaması gibi. Kan davasının koşulları ve sebepleri pozitif yasanın konusu değildir ama bir pozitif bilim olduğu varsayılan sosyolojinin en muteber konularından biridir. Bir pozitif bilim olarak sosyoloji kan davasını bir “olgu” olarak alır; olguyu yargılaması söz konusu değildir, sadece anlaması gerekiyordur, hatta anlaması bile değil, sadece açıklaması.
***
Ama bu bilimsel açıklama çabasının bir yerde yine kendi yetki alanının dışına kayarak kabullenme ve meşrulaştırmaya benzememesi çok zordur. Pozitif yasanın berisinde kalan daha “yere yakın” bir katmanla, bir deneyim alanıyla (hatta “yaşanmışlıklarla”!) ilgilidir sosyoloji – ve tabii onun “gayrimeşru çocuğu” olan kültürel etüdler disiplini. Pratisyenleri şahsen ne kadar önyargılı olsalar da geniş, nerdeyse sınırsız bir hoşgörü geçerlidir burada. Ve doğrusu da budur: konuşulmayacak, didiklenmeyecek, dil uzatılmayacak hiçbir şey olmamalıdır. Ve işte bu “yaşanmışlıklar” bölgesinde, tıpkı husumetin üçüncü sayfada “husumetlisine” dönüşmesini andıran uğursuz bir kayma olur: bir bilgi türü, bir disiplin olarak sosyoloji terimi, kendi bilgisinin nesnesi anlamında kullanılmaya başlar: “bir sosyoloji”, “bu sosyoloji”, “Kayseri (veya Doğu Karadeniz) sosyolojisi” ve çoğu zaman da “bu sosyolojiden şöyle bir seçim sonucu çıkmaz”… Başka bir deyişle, ihtimaller bu “sosyolojiyle” sınırlanıp sabitlenmiştir ve orada ne varsa iyi ve haklıdır. Bir tür Üçüncü Sayfa Hegelciliği.
Burada, psikolojinin hem ruh hali hem de o hali inceleyecek disiplin anlamında kullanılmasını aşan bir şey var, bir “düşüklük”, “kalitesizlik” ve buna teslim olmanın itirafı. Benzer terimleri düşünelim: husumetlisi, kanlısı, sözlüsü, hatta nişanlısı… Hepsi hukukun berisinde kalan, ama aynı zamanda yasalarla düzenlenmiş bir “uygarlık evresinin” de gerisinde kalan bir varoluş tarzına ait görünmüyor mu, ya da modern-öncesinin modernlik içindeki süregiden, ısrarlı kalıntıları?
Bana kalırsa bir disiplin olarak sosyolojinin kökensel hatası, uygarlığın kaynağındaki şiddeti bir araştırma nesnesi olarak kaydetmeyi başaramamış olmasıdır. Max Weber’in dev yapıtı Ekonomi ve Toplum’da Macchiavelli ve özellikle Hobbes’a hiç değinme bulunmaması dikkat çekici değil midir? Bu açıdan Durkheim kökenli Fransız sosyolojisi daha verimli olabilir: araştırmayı kuraldan değil, bozulmasından başlatır. Tıpkı Freud’un da “ruhu” incelemeye hastalıktan başlaması gibi. Aynı şekilde, Marx’ın Kapital’inin merkantilizmi, yağmayı, gaspı inceleyen son bölümü de “düzenli, kurallı kapitalizmin” (mübadele yoluyla artı-değer) bu ilk şiddetten soyutlanamayacağını gösterir. Sosyoloji bu düzenliliğin şiddetli başlangıcını unutunca, yozlaşmış sonrasına teslim olmak zorunda kalıyor.
***
Son olarak, yukarda sözü edilen kaymanın bir tarihinin olduğu da belirtilmeli. İlk kez 60’lı yıllardan sonra, CHP’nin “liberal kanadına” (?) mensup Turan Güneş ve Necdet Uğur gibi politikacı-yazarların ülkenin biçimsel-yasal varoluşuyla gerçekliği arasında bir makasın sürekli açılmakta olduğuna işaret etmeleriyle başlayan bir süreçti. Açıkça tam telaffuz edilmemiş şöyle bir düşünce yatıyordu bu yazarların savlarının ardında: Yeni bir toplum yaratmak için “yukardan” yapılan siyasal müdahaleler, çıkarılan yasalar toplumsal gerçekliği dönüştürmekte yetersiz kalmış ve şizofrenik bir yapı ortaya çıkmıştı. O halde yasal çerçevenin şimdi bu gerçekliğe uyarlanması gerekiyordu. İlk çıktığında, bu iki yazarın ve etkileyebildikleri Bülent Ecevit gibi politikacıların elinde, şu ya da bu ölçüde “ilerici”, “özgürlükçü” bir tınısı vardı bu uyarlama niyetinin. Sonra, siyasi çerçeve (aktörler, atmosfer, ufuk) değişti ve Uğur’un tezini Devlet Bahçeli 2016-17 yıllarında Tayyip Erdoğan’a şöyle tercüme etti: fiilen zaten bir tek-adam yönetimi var, bunun yasal çerçevesi de oluşturulmalı ve başkanlık sistemine geçilmeli.
Bahçeli sosyolog muydu bilmiyorum ama, Kemal Kılıçdaroğlu’nun sosyolog danışmanlarından Sencer Ayata’nın ilginç bir talihle rahmetli Güneş’in damadı olduğunu hatırlamadan edemiyorum. Ama meseleyi “şahsileştirmek” benim için hiçbir zaman pek hayırlı olmamıştır.
[1] Belki askerler kendi aralarında PKK’den “düşman” diye söz ediyorlardır ama resmi terim hala “terörist.”