19 Temmuz’da Danıştay 10. Dairesi, Ankara Barosu’nun açtığı davada İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili ilk kararını verdi. Bu dosyada Danıştay’ın ne söylediğini, hayatlarımıza nasıl dokunmaya tenezzül etmeden ona etki ettiğini, bu dikey ve eşitsiz ilişkinin kadınlar ve LGBTİ+’ler için ne anlama geldiğini anlamaya çalışacağım. Çünkü Danıştay, bugün Cumhurbaşkanı için bir dokunulmaz alan yarattı. Kararda, davacının yani kadınların, kadın örgütlerinin, baronun söyledikleri hukuken çok önemli çünkü tartışmanın hem hukuk hem hayat sınamasında nasıl bir boşluk olduğunu anlatıyor. Sözleşme’nin nasıl yaşattığını anlattığı gibi… Ama ben en az bunun kadar, davalının yani Cumhurbaşkanlığı’nın biz kadınlara ne söylediğini de tartışmaya açmak istiyorum. Cumhurbaşkanı’nın bugün Türkiye’de gerçekten de Danıştay’ın söylediği gibi bir yeri olup olmadığına değinerek. [1]
Bu nasıl oldu? Bu tam da kararın gerekçesinde, Cumhurbaşkanı’nın uluslararası sözleşmelerden çekilme yetkisinin yargı denetimine kapalı olduğu söylenerek yapıldı. Bugüne dek ilk kez uluslararası bir sözleşmeden bu şekilde çıkılmıyordu evet ama her insan hakları sözleşmesi aynı değildi, uluslararası sözleşme diyerek hepsini aynı çatı altında ve bir örnekmiş gibi toplayamazdık. Danıştay, bütün nüansları reddetti. Her sözleşmenin bağlamına göre farklı bir değerlendirme yapılması gerekirken, hukuki bir baştan savmayla tüm teorik ve anayasal değerlendirmeleri savuşturdu. Çünkü aslında onların söylediği gibi uluslararası sözleşmelerden Cumhurbaşkanı’nın tek başına çıkabildiği örnekler vardı: Kahve anlaşmaları, hayvanların nakliyatı, sportif karşılaşmalarla ilgili uluslararası sözleşmeler bunlara örnekti. Ama öte yandan İstanbul Sözleşmesi gibi adı amacını söyleyen bir sözleşme, bu tür bir sıralamada yoktu. Yani ismi bile yaşam hakkı olan bir sözleşme, Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi gibi bir örnekten ilk kez bu usulle vazgeçilmişti. Anayasa hukukunun pratik uyuşum ilkesiyle söylersem, her bir uluslararası sözleşmeye aynı hukuki muameleyi yapmak benzemezleri bir araya getirmekle aynı şeydi. Bu yüzden de her sözleşmeyi, Anayasa’nın uluslararası sözleşmeleri düzenlerken kanuna atıf yapmaması usulüne göre kendi bağlamında değerlendirmek gerekiyordu.[2]
Danıştay Tetkik Hâkimi, bu sözleşmenin varlığının kadınlar için şiddeti yani adlı adınca söylersek dayağı, mobbingi, psikolojik eziyeti önlemek ve ayrımcılığı ortadan kaldırmak, eşitliği sağlamak gibi üstün kamu yararına yönelik olduğunu söylemişti. İstanbul Sözleşmesi’nin Türkiye bakımından feshedilmesine yönelik dava konusu Cumhurbaşkanı Kararı’nın geçerli bir hukuki sebep ve kamu yararına dayanmadığını söylüyordu. Kabul edilebilir hukuki sebebi olmadığından, fesih kararının konu yönünden iptal edilmesini gerektiği sonucuna ulaşarak.
Sonuçta ise bir hukuki sihirbazlıkla sanki İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmek usule uygun bir işlemle gerçekleştirilmiş gibi gösterildi. Cumhurbaşkanlığı’na göre İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı Cumhurbaşkanı’nın devletin başı sıfatıyla yaptığı ve Devletin yüksek menfaatini ilgilendiren bir işlemdi ve bunlara karşı yargı yolu kapalıydı. Bu sözleşmeden çekilme kararı, kadınların yaşam hakkına yönelik değil de dış ilişkilerle ilgiliydi ve münhasıran Cumhurbaşkanı yetkiliydi. Üstelik çekilme kararına yönelik iptal davası açan kadın derneklerinin ve baroların yani meslek kuruluşlarının tüzel kişiliklerinin bu konuda bir menfaati yoktu, dolayısıyla çekilme kararı onları ilgilendirmiyordu. Üstelik İstanbul Sözleşmesi doğrudan uygulanabilir değildi ve davanın reddi gerekirdi.
Kamuoyu tartışmalarında haliyle sonuca odaklanıyoruz çünkü bu davanın sonucu, bir yaşam hakkı meselesinin ta kendisi. Öte yandan Cumhurbaşkanlığı’nın yani davalı idarenin, biz hayattan bahsederken bize neler anlattığı da başka bir siyasal iktidar biçimini ifşa ediyor. Aklımızla alay ederek tabii, çünkü bugün Anayasa’nın 90. maddesi gereği kanun hükmünde olan ve kanunla çatışması halinde kendisi uygulanacak olan, Cumhurbaşkanı’nın herhangi bir idari tasarrufuyla değiştirmesi mümkün olmayan bir Sözleşme, onu değiştirmeye yetkisi olmayan bir Cumhurbaşkanı tarafından feshediliyor. Bu çekilme kararı, Cumhurbaşkanı’nın zaten bu işlemlerinin yargı denetimine kapalı olmasıyla gerekçelendiriliyor. Üstelik bunu, Cumhurbaşkanı’nın sorumluluğunu kişisel sorumluluğu da kapsayacak şekilde genişlettiğini iddia eden, ki aslında nisaplara bakıldığında bu doğru değil, 12 Eylül’ün yargı denetimine kapattığı işlemleri Geçici 15. maddeyi kaldırarak yargı denetimine açtığını 20 yıldır yüksek sesle siyaseten dile getiren bir siyasal parti ve partili Cumhurbaşkanı yapıyor.
İstanbul Sözleşmesi’den çekilme konusunda kadınların, kadın örgütlerinin bir menfaati olmadığını söylerken, Hukukçu Kadınlar Derneği adıyla kurulmuş, adı kendisini saklayan bir dernek müdahillik talebinde bulundu. Kadın derneklerinin İstanbul Sözleşmesi’yle ilgili bir menfaati olmadığını söyleyen Cumhurbaşkanlığı, Hukukçu Kadınlar Derneği’nin sözleşmenin iptal edilmesi yönündeki müdahillik talebine dair bir şey söylemedi. Bir Sözleşme’den çekilme kararını beğendiği için o Sözleşme geri gelmesin diye iptal davasına müdahil olmaya çalışan yani aslında doğrudan bir menfaati olmayan bir dernek var. Davanın sonucunda kendisinin etkileneceği bir rücu ilişkisi yok, Sözleşme’nin feshinden doğmuş bir menfaati yok, buna dair bir gerekçesi yok ancak davalı kamu tüzel kişisinin yanında “İstanbul Sözleşmesi kaldırılsın” diyebiliyor. Cumhurbaşkanlığı’na göre Sözleşme’den çekilme kadınlarla değil, dış ilişkilerle ilgili. Peki Hukukçu Kadınlar Derneği’nin talebi hangi dış ilişkiyle ilgili? Burada bir ifşa yok mu? Bu dernek müdahillik talep ettiğine göre demek ki Sözleşme’den çekilmek hem hukuku, hem de kadınları ilgilendirmiyor mu? Madem ki konu kamusal bir hayat hakkı meselesi değil ve sadece uluslararası ilişkilerle ilgili, neden bir başka kadın derneği Cumhurbaşkanlığı’nın yanında davaya katılmak istiyor? Madem kadın örgütlerinin menfaati yok, neden sizin yanınızdaki kadın örgütü menfaat şartından muaf tutuluyor? O dernek, Sözleşme’den çekilme kararının iptal edilmesinden nasıl meşru bir menfaat elde ediyor? Herhangi bir meşru menfaati olmamasına rağmen, nasıl müdahillik talep ediyor? Konu kadın örgütlerini ilgilendirmiyorsa, bu dernek neden konunun kendisini ilgilendirdiğini düşünüyor?
Bu soruların hiçbiri, dava sürecinde cevaplanmadı. Söylenen tek şey, Cumhurbaşkanı’nın takdiri olduğuydu. Bu takdirin, söz konusu kadınlar olduğunda sonucunun nereye bağlandığı ortada. Ama öte yandan bu kadar kamusal ve politik meselenin, ısrarla bir devletin yüksek menfaati meselesi olduğunu vurguladığında, Cumhurbaşkanlığı’nın neyi kastettiğini anlamak zor, muhakkak bir şeyler kast ediyor ama hiçbir şey söylemiyor. Buradaki hukuki boşluk, bildiğim kelimelerle doldurabildiğim bir boşluk değil. Bu kelimelerden ötesine taşıyor. Bir hayat hakkı meselesine, dış ilişkiler muamelesi yapıldığında sonucunun kaç kadının hayatı, canı, hakkı, varoluşu olduğunu hesap edemiyorum. Buna dair bir terazinin varlığından da emin olmadığım için, muhtemelen. Bilebildiğim tek şey, söz konusu devletin yüksek menfaati olduğunda bile hayat hakkına, dışişleri muamelesi yapılamayacağı. Çünkü hayat hakkı, kadınlar için önce içişlerinde başlıyor.
İstanbul Sözleşmesi, kadınlar için tam da içişleri meselesidir, Sözleşme’nin yabancı, kökü dışarda bir sözleşme olmaması gibi. Sözleşme’den çekilmenin bir dış ilişkiler konusu olmadığı gibi. Çünkü İstanbul Sözleşmesi yaşatır, içişlerinde ve dışişlerinde.
[1] Bu yazıyı yazarken, özellikle davaya müdahillik bahsinde beni aydınlatan ve çok şey öğrendiğim Değerli Hocam Dr. Orhan Emre Konuralp’e teşekkür ederim.
[2] Bu konuda yetki ve usulde paralellik ilkesine yönelik tartışmaların da yer aldığı teknik ve anayasal bir değerlendirme için: Tolga Şirin, Necdet Umut Orcan, Uluslararası Sözleşmelerden Çekilmenin Anayasal Esasları ve Başlıca Tartışmalar, TAAD, Nisan 2022.