Bizi şimdi olduğumuz kişi yapan nedir? İnsanı olduğu şey yapan, yerini tayin eden ve belirleyen, insanın hakikatini arayacağımız yer neresidir? İnsan söz konusu olduğunda geçmiş ve gelecek hangi anlamları taşır?
Bir başka, şu meşhur ezel ebed tartışmaya da bağlanan bir şeyden söz ediyoruz demek ki: Genetiğimiz/verili donanımımız/fıtratımız ile çevre/büyüme ve yetiştirilme koşullarımız/sonradan edindiklerimiz arasında ne tür bir ilişki vardır? Meşhur “nature/nurture” meselesi yani. Hangisi birincil, belirleyici ya da önceliklidir. Bizi olduğumuz kişi yapan, olduğumuz kişi olmamızı tayin eden öncelikle hangisidir. Kişiliğimizi, ruhsallığımızı, ruhsal patolojilerimizi, ‘kaderimizi’ hangisi belirlemektedir, vb., vb., Özcülük ve toplumsal inşacılık olarak da adlandırabileceğimiz bu ikiliği nasıl kavramalıyız. Özcü konum/perspektif, herşeyin genetiğimiz sayesinde çoktan belirlenmiş olduğunu, bedene kaydedilmiş halde bulunduğunu, gelişme/büyüme/olgunlaşma denen şeyin de zaten orada bulunan şeyin serpilmesi, saçaklanması, açılması olarak anlaşılması gerektiğini ileri sürer. Günümüzün egemen travma kavramını da (“beden kayıt tutar” başlığı altında yer alan külliyat) büyük ölçüde belirlemektedir özcü perspektif. Diğer yanda, zihni başlangıçta bütünüyle boş ve içeriksiz olarak, bir tür “tabula rasa” olarak düşünen ve bütün işlev ve içeriklerini çevre ile etkileşim halinde edindiğini ileri süren toplumsal inşacı konum vardır. Toplumsal/kültürel tüm alanlarda düşünme biçimlerimizi belirleyen söz konusu ikiliği terk etmeliyiz demek ki. Çünkü hem sahte bir karşıtlık/ikilik vardır burada, hem de söz konusu iki kendilik/entite arasında her türden etkileşimi ve karşılaşmayı hiç dikkate almayan, dahası yok sayan bir tavır. Çevresel olaylar nihai yapı/oluşum üzerinde bariz etkilere sahiptir şüphesiz. Ancak, söz konusu nihai yapı/oluşum da çoktan “tabula rasa”ymışçasına tahayyül edilmesi imkansız bir şeyle/bir şeyden başlamış değil midir? En başından itibaren hareket noktamız başlı başına bir sonuç, kendinden sonraki sonuçları belirleyecek olan bir sonuç değil midir zaten?
İnsanın zamanı “olmuş olacağım” zamanıdır. Daimi bir oluş içindedir insan. Demek sürgit bir oluş sürecinin her somut anında tekrar tekrar olduğum şey bakımından, tekrar tekrar olduğum şeyin perspektifinden çoktan “olmuş olacağım”ın zamanına, “future perfect” zaman yapısına yerleşmişimdir. İnsanın içinde besleyip durduğu ütopya arzusu, dürtüp duran ütopyacı itki bu yüzdendir. Geçmişimde gerçekleşen şeyi, geçmişimi de sadece geri dönüşlü olarak, bu belirsiz, ucu açık, mütemadiyen genişleyen, çağıran ve içine alan geleceğin ışığıyla görür ve anlamlandırırım. Yeniden inşanın konusu olan bir geçmişe sahibimdir demek ki. Belki şöyle bile denebilir: İnsan ancak zamanla ilişkisi sayesinde, kendine özgü bir zaman kipi yaratmasıyla varolabiliyor, varlık kazanıyor. Demek ütopyayı, komünizm ütopyasını yerleştireceğimiz çerçeveyi, belki de, insanın içine düştüğü, tabi olduğu ve yazmaktan geri duramadığı bir zaman hikayesi olarak düşünmeliyiz. Sol ancak bu temele sadık kalarak, yani sonsuz bir oluş süreci içinde kendini yapmak, sadece kendindeki kapasite ve potansiyellerin rotasını izlemek için çabalayan insanlığa hitap edebildiği ölçüde kendi özgül söylemini yaratabilir. Mütemadiyen kendinin ötesine geçmek için çabalayan insanlıkla, sadece bunun için, zaten orada olan bu çabaya işaret etmekle yetinecek mütevazi bir söyleşiye talip olarak. O söyleşinin sadece bir tarafı olduğunu unutmadan, demek her türlü büyüklenmecilik ve kibirden uzak olarak. Bildirmeden, buyurmadan, tebliğ etmeden. Akan, gelişen, gerileyen alt üst olan, büzülüp genişleyen o çabanın dallarını, ipliklerini takip ve merak ederek.