İlk hangisi patlak vermişti, Diyarbakır kayyımının yaptırdığı içinden çocuk çıkan karpuz heykeli mi, İnegöl’de çatalın ucunda köfte heykeli mi, Kaman’da şehir meydanındaki havuzda yükselen ceviz heykeli mi (aynı zamanda fıskiye ve çeşme işlevi de gören), Kırkağaç’taki kavun heykeli mi, Erzurum’da Oltu taşından tesbih heykeli mi, yoksa Kızılcahamam’daki bazlama heykeli mi? Unuttuklarım veya görmediklerim de vardır mutlaka. Mesela leblebi heykeli. Ama ilk hangisi belirmiş olursa olsun, bu diziye son eklenen yapıt, Eceabat belediyesinin açtığı “Ece Ayhan Öykü ve Şiir Yarışması” oldu, katılım koşullarına eklenen “Yapıtlar Türkçe dilbilgisi ve yazım kurallarına uygun hazırlanmalıdır” ve “milli ve manevi değerlere, genel ve evrensel ahlak ilkelerine uygun olmalıdır” şeklindeki değerlendirme ölçütleriyle.
Asil davranamadım, Eceabat belediyesinin hangi partinin elinde olduğuna baktım. Bunun “CHP” çıkmasını bekliyordum galiba, Tanju Özcan’ı filan da düşünürsek. Sadece kısmen yanılmışım, İYİ Parti’ymiş. Ama niye DEVA olmasın, veya Toledo Ahmet’in Geleceği? Yakışmıyor diyemezdik.[1]
***
Tahsilli ve eleştirel camia içinde, yukarda saydığımız işleri “kitsch” olarak niteleyenler ve Jeff Koons’un, hatta Damien Hirst’in yapıtlarına benzetenler oldu. Oysa kiç’in en genel tanımında hem bir düşüklük, bayağılaşma, hem de bir yükseğe-özenme vardır. Bu demektir ki kiç yapıt ciddi ve yakıcı bir farkındalık barındırır ve aynı zamanda bu rahatsızlığını örtmeye, hafifletmeye ya da şıklaştırmaya çalışır. Şöyle bir ruhsal/teknik mekanizma işliyordur burada: Başta “yüksek sanat” olmak üzere her şeyi kendi düzeyine indirmeye çalışırken aynı zamanda o sanatın alıcısına da kendini beğendirmeye, “bakın, o eski sanat çoktan aşıldı, bugünün kitlelerle de bağ kurabilen sanatı bu benim cılk pembe sünger objelerimdir” demeye çalışmaktadır. Düzeyine çıkamayacağını iyi bildiği için, her türlü “düzey” fikrinin yıkımı için çalışmak gibi demokratik, hatta eşitlikçi bir boyut da içerdiğini es geçmemeliyiz. Demek yalnız bir madde, bir “materyal” değildir önümüzdeki iş: Koons’da olduğu gibi, hem özenmenin hem de hasedin belirtisi olan ve sonuçta onu “Sanat” kaidesine yerleştiren bir parıltısı vardır, ancak “sanatı takip edenlerin” görüp takdir edebileceği bir gizli ışıma. Kendi bayağılığı ile arasında küçük bir ironik mesafe.
Kayyımların ve ilçe belediyelerinin (ama rahatça büyükşehir de olabilir) yapıtlarında böyle bir “özenme/haset” kompleksinin ifade bulduğunu söyleyemeyiz. Bu yapıtlar hiçbir eski sanata, eski mitolojiye özenmiyorlardır, çünkü zaten bu bapta özenilecek bir sanat tarihi yoktur yurdumuzda.[2] Nohut ve bazlama, mutasavver bir buğday veya üzüm heykeli gibi dinsel-mitolojik çağrışımlardan da münezzehtir. Herhangi bir mitolojik veya sanatsal farkındalık içermeyen çıplak bir ölçüsüzlüğün, modelsizliğin, demek zevksizliğin cisimlenmesidir bizim köfte heykelimiz. Cumhuriyet’ten biraz önce başlayan bir süreçle, daha sıkı, daha ince bir ölçünün taşıyıcısı ve modeli olabilecek toplum kesimleri birer birer tasfiye edilmiş, demokratik gelişme de bu tasfiyeyi tamamlamıştır (Menderes’in istimlaklerini, Beyazıt Meydanı’nın inme ve çıkma rezaletini veya daha sonraki yıllarda, bu iktidar döneminde Boğaz’ın doldurulmasını hatırlayalım, AKP’den önce başlayan monşer aşağılamasını ya da Anadolu Aydınlanmasının Bilgesi İlhan Selçuk’un entel-dantel sıfatını icat etmesini).
Peki yok mudur ilçe belediyesinin görsel/plastik faaliyetleriyle kendini beğendirmek istediği bir merci, Lacan’ın deyimiyle bir “Büyük Öteki”? Vardır tabii, başta merkezi yönetim olmak üzere. Bu çalışmalar muhtemelen bugünkü hükümet mensuplarının hoşuna gidiyordur, ama mesela Menderes, Demirel veya Ecevit hükümetleri beğenir miydi, bilemeyiz; Atatürk veya İsmet Paşa burun kıvırır mıydı, onu da bilemeyiz (ama burada şunu hatırlayabiliriz: 1934 Trakya pogromu sırasında bir “Musevi vatandaş” Atatürk’e “paşam bunlar ne yapıyorlar” diye halkı şikâyet eder, Atatürk de “onlar her şeyi yaparlar, isterlerse beni bile indirirler” diye cevap verir. Kim demiş Cumhuriyet’in kuruluşuna güçlü bir demokratik bilinç eşlik etmedi diye!).
Şüphesiz, yukarıya yaranma çabasının yanında bir de “vatandaşa” ya da “seçmene” hoş görünme dürtüsü var, her ne kadar biz bu rejime “diktatörlük” demek istesek de. Ama merkezden yerele indikçe, ölçek küçüldükçe sakillik ihtimali de artar.[3] Burada, “taşra sıkıntısını” sevenlerin hatırına belki şöyle bir fark gözetmek mümkün, “kasaba” ile “ilçe” kurguları ya da göstergelerinin farkı. Her kasaba ilçe olmayabilir (bazısı ildir), ilçe denen şey de kasaba değil yerden bitme bir yerleşke olabilir. Kasabayı kendi eski değer ölçülerini henüz tam yitirmemiş, kendini kendinden başkasına hoş gösterme ihtiyacı duymayan ve bu yüzden de benzerleriyle yarışa itilmemiş bir insan-mekân-tarih birliği olarak düşünmek hoşuma gider. İlçe ise bir yerin önce merkezce tanınıp (tescil edilip) sonra da bütün tarihinden soyulmuş biçimde kendi denkleriyle yarışa sokulmasıdır. Kasabada acayiplikler olur, bazen grotesk bazen romanesk tuhaflıklar;[4] ilçeyse bize en çok sakillikler, yetersizlikler ve “kabaklıklar” sunar. Belediye ve kayyım heykelleri, köfte ve karpuz, oranın ilçeleşirken yitirdiği tarihselliğini, “yaşanmışlığını” biraz olsun geri almak için kalkışılmış son bir çabadır belki de, şüphesiz ölçünün, zevkin, çünkü modelin çoktan yitirildiği, insanların ellerini kollarını nereye koyacaklarını bilemedikleri bir çağda. Sadece “kapitalizm” (hatta “emperyalizm”) deyip geçmek ne kadar rahatlatıcı olurdu. Yurttaşlık bilgisinden işe, yapıta dönelim şimdi.
***
Dizinin son işi “Ece Ayhan Yarışması”nda kiç’in bir kurucu özelliğini bulabiliriz. 80-90 yıl önce Clement Greenberg’ün gösterdiği gibi kendi malzemesinin (hammaddesinin ve vasatının) maddi ve mantıksal özelliklerini ya hiç tanımıyor ya da bunların maddeselliğinden utanıyor veya mantıklarının sıkılığından ürküyordur. Kitsch çoğu zaman bir maddiliğe “tinsel/ruhsal” bir örtü giydirilmesiyle ve/veya yapıtın mantığının, biçim yasasının gevşetilmesiyle başlar (Beethoven’den Schubert’e ve Brahms’a geçilmesi, ikisini de çok sevsek bile). Bizim örneğimizde malzeme Ece Ayhan’ın şiir ve düzyazıları. Bir belediye reisi, ister kayyım olsun ister seçilmiş, Ece Ayhan’ın şiirini bilmek zorunda değildir, diyebiliriz; kendi şirin beldesinden bir şair çıktığını bilmek ona yetiyordur (Ece aslında Eceabat değil Datça doğumluydu, ama ailesinin oralı olduğu doğru). Karpuz heykeli gibi bir Ortodoksluklar heykeli yaptırmak yerine, şahsın yazıyla haşır neşir olduğunu da hesaba katarak, ilçenin bu ünlü çocuğunun anısını bir edebiyat yarışmasıyla selamlamanın daha yakışıklı bir davranış olacağını düşünmüştür muhtemelen (ben de olsam bir şiir ödülünü ayçiçeği veya sardalya heykeline tercih ederdim). Ama şu sorulabilir: katılım şartları arasına “milli, manevi, evrensel (!) ahlaklı ve dilbilgisi/yazım kurallarına uygun” ölçütlerini eklerken, yok muydu onu uyaracak, “herif bunların tam zıddıydı” diyecek bir Vatan Partili şair danışman, mesela Hüseyin Haydar veya Seyit Nezir? Ya da Meral Akşener’e yazdığı hayranlık mektuplarıyla sivrilen? Ayrıca ben Eceabat ve çevresinden tarih boyunca tek bir saz şairi çıkmamış olduğuna da inanmıyorum; nedense İkinci Yeni’nin ve galiba en çok da Ece Ayhan isminin, aralarında şairlerin, ozanların, öykücülerin de yer aldığı sınırları belirsiz bir okuryazar topluluğunda, imrenmeyi, özenmeyi kışkırtmak gibi bir etkisi olabiliyor hâlâ. Malzemeye bir göz gezdirelim.
Daha 24 yaşındayken, Mülkiye’ye yeni girmişken yazdığı şu dizeyle başlıyoruz: “Nasılsa tanımadığım bir toprakta öleceğim.”[5] Ölümle toprak (mezar yeri) arasındaki çözülmez bağı milliyetçilik kurar, Action Français’den, Akif’in “şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda” dizesine ve “Dur Yolcu” (aslında “Bir Yolcuya”) şiirine kadar. Vatan uğrunda can alıp can verdiğimiz ve şimdi de bağrında yattığımız yerdir. Ece’nin dizesi, sadece milliyetçiliği değil, millet-vatan özdeşliğini de “ayakları altına alıyordur,” Recep Tayyip Erdoğan’ın zarif deyişiyle. Başından beri kendi hayali ülkesine sürgün gitmiştir şair, aramızda dolaşırken, dedikodu yaparken, “katmanlara” verip veriştirirken bile oradadır. “Mısrayim”dir o ülkenin adı, Balkan çağrışımlı yer adlarıdır, bize en yakın geleni (“Galata”, “Pera”) bile bir kurgudur ve kozmopolitliğiyle her türlü millici hislenişi dışlar. Şiirinin yerle, toprakla ilişkisine dair şu örnek de verilebilir:
İlenç. İşte beni bu selenli harfiyle hiç bırakmıcek olan ilenç, gittiğim her yere götürdüğüm, gittiğim görünmeyen köpeğim ilenç. – Kim benimle arkadaşlık edebilir? Kim? O Keşiş’in kanını taşıdığım söyleniyor ve durulmaz bir çalkantıyla oradan oraya koşuyorum yalınayak ve küçücük çenemde büyük bir ben, kapalı güzelliğimle tanınıyorum hâlâ. Lekesi gibi U. // Çiçek. Çiçek satıcılığıyla başlamıştım serüvenlerime. İplere dizili çiçekler ve çocuklar, gül kurusu. Ama nasıl da büyülüymüşüm o zamanlar, bir pericik yüzünden bakılamazmış. Boş arsaları vardır yaz gecelerinde hafifsi malta hummalarının. Kış gecelerinde de sonsuz beberuhili sanrıların harabeleri. Sonra taştan geçit. Elli yaşlarında bir cadının çekmecesinde yaşıyorum, çivilenmiş. – Gerçekten, yaşıyor muyum acaba? Mevsimin ne olduğu bilinmiyor ve ben pek üşüyorum. Gibi U. // … çiçek satıcılarının o sürgününde Kudüs’e gitmiş, Çalar Saat’e yerleşmiştim.. Bunları anmak, anmak bile istemiyorum ki.. Bitivermişti hemencecik, biriktirdiğim paralar çiçek karşılığı. Bunca uzak İzmir’ler rehnedildim ben burada. Bu bir fotoğrafın arabı olsun benden, eline geçecek mi bir gün? İbranca öğrenimi yaparken bir boliçede görünmeyen köpeğimle çektirdiğim. Issız ve korkunç. Yapraklarını dökmüş ulu bir ağacın altında bir kanepeye incelikle ilişmiş olarak. – Yazıklandığımdan değil. Geçmicek diyedir kaygılanıyorum. U. (“Bir Fotoğrafın Arabı”).
“Boliçe”nin Osmanlı halk ağzında “Yahudi” ve daha çok da “Yahudi kadını” anlamında kullanıldığını belirtelim. Şiir, pırıltılı yabancılığının içinden geçerek sanki kendi kendini yutmakta, gittikçe yok olmaktadır. Tıpkı Ortodoksluklar’ın son parçasında olduğu gibi: “Ayapera’nın kendi kendini yok etmesinin caddeleri. Bırakılmış bir kentin kar yağışları salgından. / … / Bir Doğu kocakarısı, böğürüyor. Ayapera! Dudu’nun içine açamazlar! Uzaklaşmaktadır ağzı, gökgözleri.” Millilik, manevilik böyle. Ya ahlak, hele “evrensel” denileni? Ortodoksluklar V:
“Bir öncüldür, seçmiş yanlışı kirmastorya. Kırılır düşen sodomita’lar cihannüma ve çitlenbikten. / Denizi geçer sevişir. Araştırır parmaklarıyla, bulur bir ut yeri. Lût’lar topluluğuna katılır. / Rastlantılar üzerine gelebilir. Felaketi boş bir köşke taşırlar her zaman, kanaviçeden anlayan.”
Bir de dilbilgisi/imla/sözdizimi konusu vardı. Yine Ortodoksluklar’dan: “Uzundur bir ad. Bulmaya çalışıyordu Fınduktar. Bir hüma türü, yokolacağını. Bilir kimden diyakoslarla.” Veya: “İki yılan sarılıptır, erirken yörüngeler bir konakta. Nite büküntülerle çevrilmiş.” Ama bana kalırsa bu bahsi kapatacak cümle şudur, kendi mezartaşı yazıtı da olabilecek: “Ünlüydü saygısızlığıyla atalarına. Ama kınanır.”
***
Ece Ayhan, 80’li, 90’lı yılların genç şairleri tarafından sevildi, “müritleri” oldu, bunları kendinden uzaklaştırmaya da çalışmadı. Ama ilk izleyicileri sayabileceğimiz Mustafa Irgat ve İzzet Yasar’dan çok farklı olarak bu gençler onu asıl Devlet ve Tabiat’taki şiirleriyle benimsediler. Bunlar da, sonrakiler de (Zambaklı Padişah, Çok Eski Adıyladır) muhteşemdi tabii. Ama gençler daha öncesine pek ilgi duymamış gibiydi. Kınar Hanımın Denizleri ve Bakışsız Bir Kedi Kara’da yumuşak bir lirizmle, Ortodoksluklar’daysa pırlanta sertliği ve keskinliğiyle gelen o dekadan estetik, gençlere fazla yabancı, fazla nadide, fazla lüks gelmişti galiba. Ece’nin “sokak ağzına”, “bitirim” diline geçmesi gerekiyordu, “halk arasına karışabilmek” için.
Bunun gibi, Ece Ayhan adına ödül konulmasına anlaşıldığı kadarıyla “sol”dan gelen itirazlarda da bir hedef şaşırma var. Ece Ayhan bütün ömrünce ödüllere, “para kabul etmeye” gönül indirmemiştir diye karşı çıkılıyor. Bunlar genel olarak doğru olabilir. Ama bundan da doğru olan, Ece’ye zaten hiç ödül verilmemiş olduğudur. Yoksa, ömrünün meteliksiz geçen son 15-20 yılında çeşitli yardımlarla sağ kalabildiğini hepimiz biliyoruz.
“Çocuklar! İle bile muhbirler! Ve bütün ahali! / Hep birlikte, üç kez, bağırarak, yazınız // Kurşunkalemle de olabilir / Yort Savul!”
[1] Niçin AKP demiyorum? Çünkü AKP-MHP iktidarı böyle bir şeye hiç kalkışmazdı, Ece’nin vatan haini olduğunu baştan bilirdi. Buradaysa yüze göze bulaştırılmış bir iyi niyet gösterisi var. Başka deyişle “akım derken bokum demek”.
[2] Özenti anlamında kiç’in örneği, Çamlıca camisi olabilir, altında çaycı dükkanları ve pahalı pastaneleriyle.
[3] Merhum monşerlerden, profesyonel anti-komünist, CHP’li politikacı ve 1995’te Tansu Çiller hükümetinde 25 gün süreyle Dışişleri Bakanlığı da yapmış Büyükelçi Coşkun Kırca’yı hatırlamanın yeridir. CHP üst yönetimi, 60’ların başında, yerele, halka ne kadar önem verdiğini göstermek üzere, Kırca’yı bir İlçe Parti kongresinden sonra yapılacak içkili-yemekli toplantıya göndermiştir. Zaten canı sıkkın olan Kırca, bir köşede rakısını yudumlamaktadır. İlçe yöneticileri onu düğün dernek olup samimileşmeye davet ederler, siz de aramıza katılsanıza. Bu Galatasaray mezunu, “Bana bakın,” der, “ben politikacı değilim, beni buraya Paşa gönderdi, rahat bırakın da şurada birkaç kadeh zıkkımlanayım!”
[4] Bu “düşüş-öncesi” veya daha doğrusu “sakillik-öncesi” anlamında prelapsarian dünyanın en iyi anlatıcısı Küçük Dünya (1971) ve Kaybolan Dünya (1973) romanlarıyla Mehmet Selahattin’di (1923-2004). Jean Giono’nun (1895-1970) tılsımlı da olabilen yerelciliğini hatırlatan bu romanlar, bence Sağırdere’ye veya Yediçınar Yaylası’na fark atar.
[5] Ben genç üniversitelinin bunu “nasılsa” değil, “nasolsa” diye yazdığını, ama bizim hamarat ve güncelci editörlerimizin bunu “nasılsa” diye düzelttiğini inanıyorum. Daha Tomris Uyar’da bozuldu bu iş: usta öykücümüz “nasılsa” ile “nasolsa”nın farkını bilmiyordu. Nasılsa, her nasılsa’nın kısaltmasıdır, tesadüfen oldu, veya nasıl olduysa oldu, benim suçum yok. Nasolsa ise “nas’olsa”dır ve “nasıl olsa”nın kısaltmasıdır, “zaten” anlamına gelir.