İlhan Sami Çomak: “Hayat Seni Çok Seviyorum”
Derviş Aydın Akkoç

Gerek tiyatro oyunu gerekse kitap adı olarak hayli iddialı bir yargı: hayatı sevmek, hem de çok… Gelgelelim “hayat seni çok seviyorum” cümlesi kendi karşıtıyla, “hayat senden nefret ediyorum” ile uzlaşmış değildir, aksine bu ikisi arasında daimi ve sürekli bir çatışma söz konusu Çomak’ta.  Herhangi bir hissiyat ya da fikriyat onu tersyüz edecek karşıtından yoksun olursa ya sahtekârlığa ya da palavraya davetiye çıkarılır; politikada, edebiyatta, bilhassa da şiirde... Nietzsche’den beri bilenen formülasyonuyla hayatı sevmekle derhal ölmek istemek arasındaki gerilim trajik olana açılan kapıdır. Trajik olanın hesap dışı bırakıldığı bir düzlemde “hayat seni çok seviyorum” yargısının boş ve yavan kaçacağı, daha da vahimi ironinin daha doğmandan öleceği de aşikâr.

Trajik için, dramatik muhteva için uçlar arasında dalgalanan bir elektrik akımı, bir yüksek gerilim hattı şart. Ne var ki, bu çatışmada –Çomak’ın söylem dünyasında- bozguna uğramış bir taraf henüz yok: negatif bir parametre olarak enerjik bir nefret potansiyeli bir olumlama olarak hayata yönelik kurucu bir sevginin olmazsa olmazıdır. Nitekim Çomak nezdinde hayata duyulan sevgi “zorluklarla çarpışarak çoğalabilir” ancak ve hiçbir özne –sonradan belki minnettar olsa da- önüne çıkan zorlukları sevemez: Bu durumda sorunsuz, gelgeç ve külfetsiz bir sevme ediminden ziyade, uyanık ve dikkatli, özenli bir sevme edimi çoğalmaya ve genişlemeye dikmiştir gözlerini; nefret, hınç, intikam ve dahası haset gibi negatif çizgileri dönüştürerek kendi bünyesinde eriten bir çoğalma arzusu…

Bu çoğalma arzusu kaçınılmaz olarak “çok”u hedefleyecektir, ve esas itibariyle risk teşkil eden, ikna sürecini askıya alan, edebi-estetik sözde şüphe kıvılcımları yaratan da “çok”tan başkası değil: hayat hakikaten de çok sevilebilir bir şey midir? Hayat ve sevgi denkleminde, sevginin çarpanı olarak “çok”un sınırları nerelere kadar uzanır? Sevgiyi gem vurulmaz bir iştahla, çalkantılı bir ihtirasla felç etmesi kabil bu “çok” nasıl dizginlenir, demokratikleştirilir? İlhan Sami Çomak “çok”taki bu riskleri dağıtmak için sevgiyi naif bir iyimserlikle, gerçekliği düşle, şimdiki zamanı nostaljiyle takas etmek ya da yücegönüllü bir bağışlama makamını devreye sokmak yerine sevgiyi tutkuyla buluşturma yolunu seçer. Sevgiyle tutkunun karşılaşmasından da bir inanç doğar: Bu inanç da yalnızca sevginin değil, umudun da kefilidir, “çok”u diri tutan, hatta dengeleyen, hayatı sevilebilir kılan bir inanç...

***

İrili ufaklı felaketlerle çarpışarak, kimileyin düpedüz yenilgiye uğrayarak kendi sevgisine ve tutkusuna varan Çomak’ın öznesi, tıpkı Dostoyevski’nin İvan Karamazov’u gibi hep otuz yaşındadır sanki.  O da İvan Karamazov gibi “hayat kadehini” sonuna kadar içmekten yana; varsın “şairler”, politikacılar ve dahi eleştirmenler kınasın bu edayı:

“Hayata olan inancımı yitirsem, değerli bir kadın hayal kırıklığına uğratsa beni, dünyanın gidişinin yanlış yolda olduğunu görsem, hatta her şeyin karmakarışık, lanetli (belki şeytani) bir kaos olduğuna inanmaya başlasam, kişiyi umutsuzluğa düşüren bütün felaketler başıma toplansa gene de yaşamak isterim. Hayat kadehini bir kez dudaklarıma götürdükten sonra dibine kadar içmeden bırakmam onu! Ama olur ki, hepsini içmeden otuz yaşında fırlatır atarım kadehi… Otuz yaşıma dek gençliğim her türlü umutsuzluğu, hayattan nefreti yenebilecek güçte olacaktır. Benim bu çılgın –belki de hayâsız- yaşama tutkumu yenebilecek umutsuzluk var mıdır yeryüzünde? Bazı veremli, sümüklü ahlakçılar, özellikle şairler bu yaşama tutkusunun iğrenç, aşağılık bir duygu olduğunu söylerler…”[1]

Nasıl da iddialı, nasıl da cüretkâr bir tavır: mütereddit ruh hali çoktan alt edilmiştir, fazlaca ölçülüp biçilen her istek içten içe çürür, yaşamın akşamı çökmeden hayat kadehinden yudumlamak, adım atmak, her ne olursa olsun… Zira esas mesele hayattan duyulacak bir nefreti, nefretle gelecek kör, aldırışsız ve kurnaz bir şiddeti, kendi benliğine hapsolma zaafını yenebilmektir… Bu durumda ne iğrenç ne de aşağılık bir tutkudur bu: yaşama içgüdüsüne dadanan her türlü felaketi, umutsuzlukları, varlığa ilişkin toptan ve kıyıcı bir nefreti yenebilmek için bu tutku gereklidir. Yirmi sekiz yıldır tecrit edilen (daha iki yılı var otuza) Kürt Alevi devrimci İlhan Sami Çomak’ın öznesi de, otuz yaş sınırıyla kendi varoluşunu tasdik eden İvan Karamazov da insanlığın belki de en kadim problemini, sevginin nefretle savaşını dert etmiş kişilikler. Bu mücadelede tutku, bu harekette gençlik; birdenbire hücum edecek bir kocamışlığa geçit vermeyen bir gençlik zihni de gövdeyi de sarıp sarmalamıştır, Çomak’ın dizeleri:

“Sonra işte gençlik geldi bana.

Yaşamak için bana bir hayat yetmeyecek!

Ancak hayat hep bulunmadığım yerdeydi.

Bu hissi iyi bilirim ben.

Yaralayıcıdır. Hâlâ öyle.”

Goethe engelleri aşmayı mutluluk addediyordu; Çomak ise sevgi… Çomak’ın öznesi mutluluğa hazır hissetmez kendini, zira mutluluk bireysel bir deneyimden –burjuva tasarımından- ziyade kolektif bir olaydır, kişiden taşan, ötekine açılan bir hadise: “sendeki hayat bana sıçradı. Seni çok seviyorum.” Ani sıçramalarla, karşılaşmalarla, iç içe geçmelerle, dokunuşlarla genişleyen bir sevgi kendi huzursuzluğuna sadıktır: mutluluğa daha vardır, direnmeli, daha da çoğalmalıdır; imkânsızı istemek kolay değildir…

***

Daha doğar doğmaz ontolojik zorluklarla, dilsel (Kürtçe ve Türkçe) çarpılmalarla, iki dünya arasında parçalanarak, çokça devrilip düşerek yaşama fırlatılmış bir özne engellerden yana bereketlidir tabii. “Sonra işte gençlik geldi bana”: neyden ya da nelerden “sonra”? Her felaketten, her düşüşten, her içe kapanmadan, yıpranma ve dağılmadan, demek boş, apansız ve küskün bir ihtiyarlık istilasından sonra gelen gençlik evvela feragat etmesi biliyordur: yaşamak için bir hayat elbette yetmeyecektir ama ikincisine ya da üçüncüsüne de tamah edilmiyordur. Kırıp dökmeyen, bağırıp çağırmayan bir gençliktir bu. Başa gelmiş olaylar (adaletsizlikler, hukuki skandallar) kadar, hatta belki onlardan daha da hazin olun şeyse hayatın burada değil, orada deviniyor olması: “Ancak hayat hep bulunmadığım yerdeydi.” Yusuf Atılgan’ın Aylak Adamı da bu dertten mustariptir, fakat Çomak’ın öznesinin hareket alanı sınırlıdır, zindan gerçekliği kenti dolaşmasına, kayıplarını bulma ihtimaline müsaade etmez: Çomak’ın öznesi geleceğe temas etmek için geçmişe doğru genişleme ve derinleşme stratejisi izleyecektir, kentler de panoramalar da, yatırımda bulunulmuş arzu imgeleri de ancak bu sayede mümkün olacak, kendilerini yenileyeceklerdir: “Sadece aşk değil, anılar da bakım istiyor / Hatırlamam gerekiyor, hatırlayıp anlatmam...”

***

Hatırladıkça ve anlattıkça özne kendi hikâyesinden de taşacaktır: bireysel bir trajedi usulca kolektif ve tarihsel bir trajediye dolayımlanır. Temsil cezbine kapılmadan, üstelik anlatma sarhoşluğuna düşmeden, kendi etik-politik koordinatlarını acının ve mağduriyetin sularına kaptırmadan, yüksek sesle konuşmadan; epeyce bekletilmiş bir söz kendini açar: bu açılmada çürük bir erotizm, otantik bir melodram ya da teşhir değil, hakikat duygusu baskındır. Kendi fikrini de heybesinde taşıyan bu hakikat duygusu asla hırçın ya da delişmen değildir. Duyguları abartıp saldırganlaştırmayan, gücü yetse bile karınca yuvalarını dağıtmayan parametre ise gençlik ya da erken gelmiş bir ihtiyarlık değil, Edip Cansever’in “gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk hiçbir yere gitmiyor” dizesinde olduğu üzere hep burada, harf sağanağında, kelime ve imge takımlarında, hatırlama sürecinin çekirdeğinde yer alan bir çocukluktur:

“Çocukluğum ışıklı, aydınlık…

Yaban hayvanlarını, bitkileri davet eden

Huzurlu bir bütünlük.

/…/

Sizi yenerim dedim ama yenmeye yeltenmedim

Canımı acıttılar ama öfkelenmedim

Yuvalarını dağıtmadım, geri çekildim

Gücünü bilmek, adaletli olmak,

Cana ve canlıya değer vermek...”

O bütünlük elbette parçalanacak; devletin, tarihin, ölümün soğuğu çökecektir çocukluğun üzerine, fakat özne hayıflanmaz, canı yanar ama nefrete tutulmaz, zira Aleviliğin tarih öncesinden süzülüp gelen yaşam tasavvuru, o mücevher sabrı da işliyordur bir yandan: acıyı asla inkâr etmeden onun kötücül dönüşümlerine mahal verilmez. Parçalanmış çocukluk düşleri bütünlüğe kavuşturulamasa bile anıların unutuşun kum sellerinde yok olmasına melankolik titreşimlerle karşı çıkılır. Bu karşı çıkış Alevilik, devrimcilik, Kürtlük, çocukluk, şaka, hüzün gibi motifleriyle kendi zamansal ve kavramsal mecrasını da bulmuş gibidir: Nasıl ki sevgi kendi huzursuzluğuna sadıksa estetik-politik söylem de demokrasiye sadıktır. Eldeki mevcut hayatla yetinerek, sınırlarını ihlal etme pahasına genişleterek, icabında kesilmelerle, tahripkâr susuşlarla bile olsa sözü demokrasiye, ifade problemine doğru çatmak, çoğaltmak…

***

Konuşan, kendi hikâyesini anlatan özneyi kendi yerelliğinden ve tekilliğinden çıkarıp yaygınlaştırmayı arzulayan politik sözse kesinlikle şiirden doğar. Şiir sadece failinin, yani şairinin değil, arzu nesnesinin, özgür bir dünya imgesinin de sigortasıdır, ve bu sigortada hata yapmak, kimi kusur ve eksilikler yadırganmaz:   

“Şiir bana hata yapma özgürlüğü verdi

Şiirin kurala gelmez yönü

Korkumu serbest bırakmama

Gücümü kanıtlamama yol açtı

Yeter ki yaz yeter ki konuş.

Farklı ve taze bir nefesle yaz

Hata yaptığında dayak yemeyeceksin!

Şiir bu garantiyi verdi.”

“Yeter ki konuş”: Şiire tutunmuş, şiirle kendini yeniden yaratmış bir öznenin konuşma arzusu ortalığı velveleye vermeden güvercin adımlarıyla kendi yolunda ilerler. Bu ilerleyişte susmak da başlı başına bir maharet. Metin de keza Moda Sahnesi’ndeki tiyatro oyunu da kritik susma eşikleri hususunda müthiş uyanık, zarif… Çomak’ın sesi özellikle de kendi felaketi tarafından baştan çıkarılmaya karşı bağışıklı; acılardan, haksızlıklardan bir kıyamet istenci çıkarma zevkinden çoktan vazgeçmiştir. Bu fasılda, Kafka’nın Josef K.’sı “hakkımda iddiada bulunan kim” diye boşu boşuna hararetleniyordu, Müfettişin “şu masumiyet duygunuzun da fazla tantanasını yapmayın” ikazı hükümsüzdü onun için, Çomak’ın öznesinin masumiyet duygusunu kanırtmaması, tantanasını yapmaması… Bu garip, nadir, ürkütücü ama bir o kadar da parıltılı jestte sadece edebi-estetik duyuşun değil, siyaset düşüncesinin de üzerine kafa ve yürek yorması gereken bir cevher var… Sanki…   


[1] Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, çev: Ergin Altay, İstanbul: İletişim Yayınları, 2007, s. 259.