Nükleer Tehdidi
Murat Belge

Hayatımızın epey bir bölümü “Soğuk Savaş” dediğimiz global düzen içinde geçti. Ne demekti bu? Dünya — “kapitalist” ve “sosyalist” olmak üzere iki kampa ayrılmıştı. İki ayrı dünya görüşü, dolayısıyla gelecek perspektifi v.b. Aralarında “savaş” var; ama bu savaş tankla, topla yürümüyor. Kimse kimseye ateş etmiyor. Çünkü kampların ikisinde de nükleer silah var. Bu nükleer silahlar, hem de karşılıklı olarak kullanıma girerse, dünyadan geriye ne kalacağı belli değil. İnsan aklı dünyayı barış ve refah içinde yaşatacak bir düzen yaratamamış, daha doğrusu böyle bir düzeni kabul ettirememiş; ama dünyayı yok edecek silahlar üretmeyi başarmış!

Bu silahlar sayısı gitgide artan insanı tedirgin ediyordu. Onun için hemen hemen her yerde “barış hareketleri”, anti-nükleer örgütlenmeler v.b. oluştu, çeşitli yerlerde çok büyük, çok kalabalık nükleer karşıtı mitingler yapıldı. Doğu Bloku (“sosyalist kamp”) böyle hareketlere izin vermiyordu. Onun için bu “protesto” hareketleri Batı’da gerçekleşiyordu. Ama böyle olması Doğu’da insanların nükleer savaş korkusu olmadığı anlamına gelmiyordu.

Hep bildiğimiz gibi, Soğuk Savaş “Sosyalist” kanadın havlu atmasıyla sona erdi. Berlin Duvarı’nın çökmesi bunu ilan eden olay oldu. Varşova Paktı’nı meydana getiren Doğu Avrupalı toplumlar, art arda, Komünist Partili yöneticilerini kovaladılar ve “sosyalizm” adına yapılmış her şeyi reddedip bir “kapitalist restorasyon” çalışmasına giriştiler.

Sürecin buraya gelmesinde nükleer silahlara ve nükleer savaşa militanca karşı çıkan örgüt ve bireylerin önemli payı oldu. “Reel-sosyalizm” denen uygulamayı reddeden sol kesim bu sistemin yıkılışını sevinçle karşıladı. Bunların arasında ben de varım. “Reel-sosyalizm” denen düzeni gerçek bir sosyalizmin önünde en güçlü engel olarak görmüşümdür. Onun için mutluydum ve bu gelişmeleri izleyen hareketlenme içinde ben de Helsinki Yurttaşlar Meclisi içinde kurucu olarak yer aldım. Bu anlattıklarımın arasında bilinmeyen hiçbir şey yok. Öyleyse niçin bunları yeniden anlatıyorum? Asıl değinmek istediğim şaşırtıcı dönüşün şaşırtıcılığını bu odağı vurgulayarak anlatmanın daha çarpıcı olacağını düşündüğüm için.

“Soğuk Savaş”tan dünya barışına geçmiştik… Bu yeni dünyayı aşağıdan yukarıya kuracaktık. Öyle mi? Örneğin bu sıralarda Tito ölmüştü ve onun ölümünden sonra Yugoslavya’da olanlar çok iç açıcı görünmüyordu. Durum gitgide kötüledi; Yugoslavya parçalandı. Neye göre? Sosyalizmden kurtulma çabasında hep birlikte çalışıyorlardı, ama dini-ulusal ayraçlara göre ayrışıyorlardı — ve birbirlerine tahammülleri kalmamış gibi görünüyorlardı. Slovenya aradan sıyrılıp gitti; en derin düşmanlık Sırplar’la Hırvatlar arasındaydı ama bu gerilimin kozunu paylaştığı yer Bosna’ydı ve Sırplar’la Hırvatlar boş kalan vakitlerinde Boşnak öldürmekten zevk alır gibiydiler. Bosna durulmaya yüz tutunca Kosova parladı. Bu coğrafyada işler hâlâ pek parlak değil. O “kötü sosyalizm” zamanında böyle şeyler olmamıştı ama “kurtuluş” genosid getirdi.

Sovyetler Birliği? Baltık bölgesi dikenli arazi, Moldavya başka dert! Ama en beteri, beklenebileceği gibi, Kafkaslar. Karabağ sorunu, derken savaşı. Gürcüler, Osetler, Çeçenler. Burada da silahlar çekildi. Sık sık eski bir “Sovyet” silah deposu basılıp yağmalanıyor, bundan birkaç gün sonra da saydığım halklardan biri öbürüne karşı bir zafer kazanıyordu. Silahların “çekildiği yer” böyle bir yerdi. Ama bu arada henüz silah çekilmemiş bölgelerde de bir şeyler hazırlanıyor, olgunlaşıyordu. Ukrayna-Rusya gerilimi göz çıkarır dereceye varmıştı. Ve bunların hepsinde “etnisite” ön plandaydı, belirleyiciydi.

Benim gözümde insanlık için gerçek ilerleme, sindirilmiş bir “enternasyonalizm”dir. Ortada bunun bir izi yoktu: herkes geçmişe koşmuş, bir süredir ihmal edilmiş “nasyonalizm”ini bulmuş, tozun içinden çıkarıp bağrına basmıştı. Kendi hesabıma, şaşkındım ama tam da şaşkın değildim, çünkü Brejnev’in son yıllarında (yetmişlerde) iki haftalık bir “Sovyetler Birliği Gezisi” yapmış ve o sırada bazı kötü kokular almıştım. Resmi düzeyde enternasyonalizmin egemen ilke olduğu yerde milliyetçilik kesin bir zafer kazanmıştı.

Doğu’da bunlar olurken bu retoriğe girmeyen Batı’da birkaç önemli istisna dışında (Bask ve Katalonya, İrlanda gibi) bu tür milliyetçilik görünmüyordu — ama görünecekti. Belki biraz farklı bir biçimi, ama sonuçta gene aynı kaynaklardan gelen bir şey. Gitgide huzursuzlanan dünyada huzursuzluk silahlanacak, yerinden edilen insan sayısı (Kendine daha rahat maddi koşullar arayanların sayısıyla birlikte) alabildiğine artmaya başlayacaktı. Bu, Batı’yı sarstı çünkü kaba deyimiyle “ipini koparan” soluğu “Batı”da alıyordu. O zaman Batı’nın “yabancı düşmanlığı” yükselmeye ve bu dünyanın yeni “trend”i olmaya yüz tuttu. Sıradan Batılı, refahını paylaşma fikrinden hiç hoşlanmadı; ama “göçmen” ya da “sığınmacı” denilen bu adamların kültürlerinden de hiç hoşlanmadı. Dolayısıyla, şu günlerin “popülizm”i ile karşı karşıyayız. Bakalım bu nereye kadar gidecek! Pek öyle kısa ömürlü bir soruna benzemiyor.

Berlin Duvarı ile bir süreç başladı. Sürecin geldiğimiz evresinde “sosyalizm” bir alternatif olmaktan çıktığı izlenimini veriyor. Bu demektir ki “kapitalizm” kesin bir zafer kazandı. Ancak zihnimizde bu bilgiyle çevremize bakıyoruz ve gençlik yıllarımızda bilip gördüğümüzden “daha iyi” denecek bir dünya görmüyoruz. Epeyce “farklı”, evet, kesinlikle “farklı”; ama “daha iyi” mi? Önyargılı mıyım? O nedenle yanlış mı görüyorum? Öyleyse de bunu benim anlamam zor; ama bana öyle gelmiyor.

Asıl söylemek istediğim şeyi söyleyeyim. Geçenlerde bütün dünyada heyecan ve gerilim yaratan bir demeç verildi. Veren, Putin’di. Ne dedi Putin? Dünyada Rusya’ya karşı bir cephe kuruluyor; bu böyle giderse Rusya nükleer silah kullanabilir dedi (mealen).

Bundan önce bir nükleer savaş ihtimali ile gerildiğimiz, geleceği korkulu bir belirsizlik olarak gördüğümüz bir olay ya da dönem olmuş muydu? Evet, olmuştu: Küba krizi! O zaman da nükleer savaş ihtimali dillendirilmişti. O zaman da çoğumuz tedirgin olmuştuk ve zaten bundan sonra yıllarca anti-nükleer hareket bunu bir uyarı olarak görmüş, bunu sürekli bellekte tutarak nasıl tehlikeli bir dünya yarattığımızı herkese anlatmaya çalışmıştı.

Evet, ciddi bir durumdu. Soğuk Savaş’ı götüren iki devden birinin başında Kennedy, öbürünün başındaysa Kruşçev vardı. Ama bu adları telaffuz edince tedirginliğin hemen biraz dineldiğini de söyleyebilirim sanırım. Her ikisinden de (daha çok Kennedy’den, muhtemelen; ama bu da bir önyargı olabilir) sorumlu davranış bekliyorduk. Soğuk moğuk, “Savaş” dediğimiz bir ortam hüküm sürüyordu sürmesine; ama bir sistem, bir düzen de vardı. Bu sistemin böyle gözü kara işler yapmaya kalkışanları durduracağına dair bir beklentimiz, yüzde yüz bir güvenimiz olmasa da güçlü bir tahminimiz vardı.

Bugün “Nükleer silah kullanmak zorunda kalabiliriz” diyen kişi Vladimir Putin. Siz bu adı taşıyan bu adamdan “sorumlu” davranışlar bekliyor musunuz? Yoksa şu anda dünyayı kaplamış gibi görünen “popülist liderler” ligasında yer alan kardeş diktatörler gibi onun da “tahtından” başka bir şey gözetmeyeceği görüşüne daha yakın mısınız?

O “iki kutuplu” dünyada yaşarken endişelerimiz vardı, duruma göre oluyordu. Kutupların mahiyeti değişti ama sayıları azalmadı — hatta galiba arttı da. Dünyayı sonu belirsiz serüvenlere sürükleme potansiyelleri de güçlendi. Yani şimdi daha fazla “endişe” kaynağı taşıyan bir dünyadayız.

Son cümle olarak “Dolayısıyla ben bugün de sosyalizme ihtiyacımız var diyorum” cümlesini kuruyorum. Ama bu “son” cümle onu izleyecek kıyamet kadar başka cümle gerektiriyor.