Muhalefetin gücünden değilse bile iktidarın erimesinden emin olanlara bakılırsa, önümüzdeki uğultulu cumhurbaşkanlığı seçiminde Erdoğan karşısında "odunu koysak kazanır" deyiminin tam yeri ve zamanıdır. Ancak bu deyime daha ziyade, iktidarın gücünü ve "yapabilirliklerini" küçümseyenleri uyarmak üzere başvuruluyor; "odunu koysak kazanır" aklıyla aday tercihine itina edilmezse, sonucun hüsran olacağı ikazında bulunuluyor.
"Odunu koysak seçilir"in, "ceket koysak seçilir" versiyonu da var. (2009 yerel seçimlerinde Urfa'da Ahmet Eşref Fakıbaba'yı yeniden aday göstermeyen AKP'lilerin, "Ceket koysak seçtiririz" dedikleri söylentisi çıkmıştı. Hatta Fakıbaba'nın taraftarları mitinge gelen Başbakan Erdoğan'ın geçtiği yol üzerindeki pencerelere, balkonlara ceket asmışlardı. Seçimi Fakıbaba kazandı. 2013'te de partiye döndü.) Son yıllarda bazı siyasetçiler, bu deyimi daha çok "'ceket koysak seçilir' devri geride kaldı" kalıbıyla kullanıyorlar.
Daha az rastlanan, "eşek bağlasan seçilir" versiyonu var. Daha yaygın kullanılan, "sandalye koysak seçilir" versiyonu var. Sandalye deyince, masa geliyor akla. "Altılı masa" denen ittifak içinde, "masa koysak seçilir" diye düşünenler olabilir mi?
***
"Odunu koysam seçilir" sözünün Adnan Menderes'in söylediği rivayet edilir. Kaydı kuydu yok. Alper S. Aslandaş’la Baskın Bıçakçı’nın Popüler Siyasî Deyimler Sözlüğü’ne de (İletişim, 2021 – 6. baskı) girmemiş. Söylemiş olabilir mi? Özgüven sarhoşluğuna kapıldığı, milletin ona âşık olduğuna inandığı sıralarda, belki olabilir. Fakat Menderes'in Meclis grubu ve parti teşkilatı üzerinde hiçbir zaman mutlak hakimiyet kuramadığını, gönlünün istediği gibi odundan mebus seçtirtecek vaziyette olmadığını biliyoruz. Yakınlarda Haydar Temür'ün Tarih Vakfı Yurt Yayınları'nda çıkan Demokrat Parti'de Parti İçi Muhalefet kitabı, bu durumu ayrıntısıyla gösteriyor. Özellikle 12 Eylül 1980'e kadar, çok partili sistemde hiçbir siyasal parti liderinin, adaylık pozisyonlarına kolayca odun yahut sandalye koyacak, ceket asacak gücünün olmadığını unutmamak gerekir. Milletvekillerinin, örgütlerin küçümsenmeyecek bir etkisi vardı; 1982 Anayasası ve siyasal partiler yasasının kurduğu sistemde bile bu etki yer yer kendini duyurmuştur.
***
"Odunu koysak seçilir" deyimi, bir bakıma, sosyal teoride "özne-yapı gerilimi" denen meselenin popüler tezahürü... Nesnel koşullar, sosyo-ekonomik yapı mı son kertede 'işi bitirir'; yoksa öznel etken, aktörler/failler, kişisel inisiyatifler ve karakteristikler, özerk bir etken olarak belirleyici olabilirler mi? Tamamen yapıya veya tamamen özneye yatırım yapmak, indirgemecilik olur; adı üstünde, bir gerilimden söz ediyoruz. Bir etkileşim var, o gerilimin ürettiği bir enerji var. Zaman-zemin elvermiyorsa, süper kahramanın da gücü yetmez; şartlar fevkaladenin fevkınde ise bile, oraya konacak odun bile uygun odun olmalı, sunta değil.
***
"Odunu koysak seçilir" deyimi, adayın isminin, kişiliğinin, kimliğinin, imajının önemli olmaktan çıktığı,ehemmiyetini kaybettiği bir güç pozisyonunu tanımlıyor. Rakip çok zayıf ya da biz çok güçlüyüz, galibiyet garanti...
Adayın isminin, kişiliğinin, kimliğinin, imajının önemli olmaktan çıkabilme ihtimalinin politik 'aktiflerine' baksak biraz... Yani adayı 'sahici' olarak önemsizleştirecek (ikincilleştirecek) öznel politik etkenler neler olabilir?
Canlı bir parti ve örgüt hayatı, olabilir. Aktif bir katılımla soluk alıp veren, istişarenin işlediği, "başkan"lar ve etraflarındaki hâleden ibaret olmayan bir politik yapıda, şu veya bu makam için adayın kim olduğu önemsizleşir, en azından daha rahat önemsizleşir. Adayın (her adayın) tabana yakınlığı, örgüt ilişkisinden kopmamışlığı, dolayısıyla hesap verebilirliği, denetlenebilirliği, onun kim olduğunun önemini azaltır. Böyle bir ortamda adayların, kendiliğindene yakın, doğal seçilime benzer bir şekilde süzülüp çıkma ihtimali de daha yüksektir.
Bir fikrin, bir "dava"nın varlığı olabilir, bir başka veya tamamlayıcı cevap. Gerçekten bağlanılan, gerçekten ciddiye alınan bir fikrin, ülkünün, emelin varlığında, bir makama mevkie uygunluğun ölçüsü ortak fikre bağlılık ve onu temsil kabiliyetidir, bu da genellikle daha az "isim" ve "kişilik" meselesidir - en azından öyle umulur.
Hemen ortak fikrin, "dava"nın yanına somut bir programın, bir vaadin, bir "söz"ün varlığını koyabiliriz. Güçlü bir söz, inandırıcı bir söz, adayın şu mu bu mu olduğunu önemsizleştirme, hiç değilse ikincilleştirme kudretine sahiptir.
***
Hatta, politik lider şahsiyetlerin gerçekten etkili olduğunu bildiğimiz karizma gücünün dahi, örgütün ve fikrin-sözün kolektif karizmasıyla ikame edildiği deneyimlerden söz edebiliriz. İki alakasız örnek geliyor aklıma (ki, maalesef diyeyim, bazen veya kısmen, o kadar alakasız olmayabilir!): İttihatçılar ve 70'lerin devrimci sosyalist örgütleri ve tarihsel TKP...
***
Malûm, antik Atina demokrasisinde seçim, kur'a idi. Yönetici, kur'ayla seçilirdi. Aday, yokluk derecesinde önemsizdi, yani! Her vatandaşın yöneticiliğe layık ve ehil olduğu kabulünün ifadesidir, bu usul. Yine malûm, başta kadınlar, herkes vatandaştan sayılmazdı o demokraside; model teşkil edecek hali yok. Fakat kur'a usulü, adayı önemsizleştiren mesajıyla, üzerinde düşünmeye değer bir ezelî demokrasi tecrübesidir.
***
Adayın, yani ismin-kişinin-kişiliğin ikinci planda kalmasının, başka vesilelerle de tekrarladığım bir örneğini, radikal bir deneyimden değil, 1970'ler CHP'sinden vereyim. CHP'nin 1970'lerdeki toplumcu belediyecilik hareketini anlayışını derli toplu bir program olarak metne döken Toplumcu Belediyecilik kitapçığı, 1977'de "Ankara Belediyesi Başkanlık Uzmanları" imzasıyla yayımlanmıştı. Metni hazırlayan ekibin (ki onların da adları anılmaz) siyasî yöneticisi, dönemin Ankara Belediye Başkanı Ali Dinçer idi. Ali Dinçer, belediye başkanlığı makamına çekilivermiş bir sandalye, oraya hasbelkader asılmış bir ceket falan değildi, "odun" değildi yani; gayet hırslı, iddialı bir politikacıydı. Fakat işte, o önemli politik metinde ismi yoktur, resmi zaten yoktur. (Şimdi bir köşeye otuz metrekarelik bordür taşı döşediklerini bile belediye başkanının tam boy fotoğrafı ve imzasıyla duyuruyorlar.) Fikir, program önemlidir; onun hangi şahsiyet tarafından temsil edileceği, sözün sözcüsünün kim olacağı, yani "aday," o kadar önemli değildir. O program metni, içeriğinden öte, bu mesajı verir bence.
***
Politika elbette hiçbir zaman tamamen "anonim," "yapı-merkezli" yaşanmadı. Elbette, kişilikler, yani işte "aday," çok önemli oldu. İdeolojik bağlanmanın en güçlü olduğu 1970'lerde bile, Ecevitçi-Türkeşçi vs. tabirleri cari idi. Elbette kişinin-kişiliğin temsil gücü yabana atılmayacak kadar önemlidir. Bir fikri-sözü iyi taşıyan birisiyle, üzerinden eğreti durduğu birisi arasında fark olmaz olur mu?
Ancak aşağı yukarı 1980'lerden itibaren, politika, gitgide daha fazla medya-merkezli hale gelirken, öylesine kişiselleşti ki. Şahsiyetler, kişisel imajlar, fikrin-sözün-programın temsili olmaktan öte, onun ikamesine dönüştü. Açık ki, fikrin, ideolojinin, örgütün-örgütlenmenin, taban dinamiğinin aleyhine işleyen bir gidişattı ve gidişattır bu. (Ki bu lider-merkezlilik de bizzat ideolojiktir; dünyaya, topluma belirli bir bakışı telkin eder.)
Evet, zamanın ruhu böyle. Mütehakkim bir tazyik bu. Karşı koyması, tersine yüzmesi zor bir akıntı. Ama neyse ne... burada bir sorun görmüyor muyuz? Aklın, fikrin, programın, sözün, tabanın, örgütün bir hükmünün, bir kıymetinin, bir sesinin olmasını önemsemiyor muyuz? Yoksa hangi müthiş şahsiyet, hangi karizmatik kahraman, hangi "aday," bir şeyleri gerçekten değiştirmeye muktedir olabilir? "Doğru aday"cılarla "odunu koysak"cılar münakaşasına bir ucundan bu endişeyi de katanın dergâhına kırk yıl odun taşınsa haktır.