Genel olarak dünya ve en çok da Türkiye 70’lerin bir yerinde ehven-i şer’in evrenine geçti. Kaydedilmeden, adı konmadan geçti, kötü şiirlerle, zayıf romanlarla geçti. Şimdi, daha iyiyi isteyenler üzerinde bir basınç da oluşturur bu durum, kaygıyla, zihinsel ağrıyla gelen bir basınç. Çünkü çaresizce razı olmaların da evrenidir ehven-i şer, görmezden, duymazdan, anlamazdan gelmelerin. Dün yüzüne bakmayacağınız kişinin gizli kalmış erdemlerini keşfetmeye başlarsınız. Gümrükler de kevgire döner böyle dönemlerde. “Güçlendirilmiş parlamenter sistem” gibi abuklukların arasından, “liyakat” ve “şeffaflık” gibi nesebi gayri sahih terimler içeri sızar, birer değer, hatta siyasal hedef olarak ilerici kamuoyunun (?) lügatçesine kolayca yerleşiverir.
Ben aslında çok sıkı bir gümrük politikasından yana olmadım hiç. Ama Jean Cocteau’nun Oscar Wilde’a atfettiği şu sözü de ilke olarak benimsedim: “Tek suç yüzeysel olmaktır, anlaşılmış her şey iyidir.”[1] Şeffaflık? Hiç sırları olmamak anlamına da geleceğinin farkında mıyız? Üçüncü ve dördüncü boyutlardan yoksun kalmak, kâğıt gibi bir varlık olmak? Bu kavramı hep “hesap verebilirlik” (accountability) ilkesiyle birlikte anıyoruz, ama aralarında bir gerilim, hatta çatışma olabileceğinin ve çoğu zaman da olduğunun farkında mıyız? Tiranlar hesap vermiyorlardı, ama (ya da çünkü) bakmasını bilen, görmekten çekinmeyen gözler için her şey açıktaydı. Kitlesel politika çağında Borjiya sarayı veya harem çekişmeleri olmaz. Dönemin başbakanı Recep Erdoğan ile dönemin Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın 2008’deki kapalı görüşmesinde neler “döndüğü” de zaman içinde azar azar sızdırılır. SSCB’de 1934-39 yıllarında eski Bolşeviklere karşı yürütülen ve milyonu aşkın insanın öldürülmesine varan Büyük Terör herkesin gözleri önünde meydana geldi; SSCB dışındaki ilgililerden (sosyalistlerden ve “Yol Arkadaşlarından”) gizlenmesine gerek yoktu çünkü onlar bunu “karşı-devrimin ezilmesi” olarak görmeye hazırdı. 1938’den önce Hitler’in Almanya’daki hapishane koşullarının ne kadar insani olduğunu dünyaya göstermek üzere davet ettiği İngiliz, Meksikalı ve Amerikalı “yetkililer” sanki gerçek durumun farkında değiller miydi (ve zerre kadar önem veriyorlar mıydı)?
Ama burada asıl liyakat terimiyle ilgili bazı sorularım olacak. Pandemi koşullarında “bilime ve bilim insanlarına saygı” fikriyle eşleşerek gündemlere giren bir kavram. Çıkış noktaları ve güzergahları karşılaştırılabilir. Şeffaflık, 1993’te Almanya’da yolsuzluk ve hükümet organlarında çürümeyle mücadele amacıyla kurulan Transparency International kurumunun da işaret ettiği gibi, uluslararası kefilleri ve takipçileri olan bir fikir, STK’lar için verimli bir çalışma alanı. Liyakat daha yerli ve milli kökenli görünüyor, çünkü uluslararası Merit oteller zinciri var ama, bir Merit International ajansı yok; hatta böyle bir şeyin olması da istenmez, ayıp sayılır, çünkü merit deyince “meritokrasi” de (liyakat sahiplerinin iktidarı, ya da kısaca seçkinlerin iktidarı) akla gelir ve bu da biraz kleptokrasi gibi (deveyi hamutuyla götürenlerin iktidarı), Dokuzuncu Senfoni ile eğitilmiş kulakları tırmalayan, olumsuz çağrışımlara sahip bir terimdir. Anlaşılan Kılıçdaroğlu’nun veya Babacan’ın yanında İngilizce, Rusça, İspanyolca veya Almanca bilen bir danışman yok.
***
Kültürel ve bilişsel seleksiyon mekanizmalarının çoktandır işlemediği ve çeşitli makam ve görevlerin ehliyetsiz, liyakatsiz kişilere teslim edildiği yönündeki şikayetler, bu ülkede daha çok kenara itilmiş eski hariciye mensuplarından geliyor. Ama mesela Paris büyükelçiliğimize oturmasını kalkmasını bilmeyen ve Türkçeyi de iyi konuşamayan birinin atanması çoğumuzu içten içe sevindirirdi: hem biz kendimiz de biraz öyle olduğumuz için, hem iliklerimize işlemiş halkçılık yüzünden, hem de bu atamada bir anti-emperyalist direnç boyutu görmek istediğimiz için. Liyakat kavramının alıcıları/takipçileri arasında, diplomatlar kadar, iktidara yönelik eleştirilerini sadece kötü yönetimle, demek bilgisizlik ve beceriksizlikle sınırlamaya özen gösteren muhalif politika esnafı da yer alıyor, hatta sesleri daha çok çıkıyor. Buna karşılık, tabip odalarının, baroların ve TMMOB seksiyonlarının paralel protestolarını yukardakilerle bir tutamayız: hem dolaysızca toplum hayatını ilgilendiren somut sorunların takipçiliğini üstlenmişlerdir hem de eleştirileri o alanda yaptıkları işle birleşmiştir – eleştirilerin hepsi her zaman isabetli olmasa da.
Karmaşık modern toplumlarda işlerin bilgi, eğitim, uzmanlık gerektirdiğini söylemek bile fazla. Üstelik, bilgi ve eğitimin her zaman küçümsendiği bir toplumda ve özellikle şu son 20-30 yılda namus, zekâ ve ehliyetin nerdeyse nesnel bir mekanizmayla sürekli tasfiyeye uğradığı bir ortamda, meritokrasiden yakınmanın biraz “lüks” kaçabileceğinin de farkındayım. Ama böyle bir duruma sıkıştık diye eleştirimizi “herkes işini iyi yapsın” düzeyine indirmeye razı olabilir miyiz, hele bu cümlenin doğru tercümesinin “herkes kendi işine baksın” olduğunu bilirken?
Merit ve meritokrasi. Fransa’da, Japonya’da, İsveç’te, Kore’de, hatta İngiltere’de bile bu iki olgu arasında her zaman değilse bile çoğu zaman bir “korelasyon” vardır: iyi eğitim almış, başarılı mezunlar işe alınır ve yükselmelerinin önü açılır. Türkiye’de durum farklı: ortalıkta liyakat pek az ama bir tür meritokrasi tıkır tıkır işliyor (diyelim, Kartal İmam Hatip’in mezunları, başka İHL mezunlarına göre daha kolay iş buluyor, daha çabuk yükseliyor, hele bir de ABD’den yüksek lisansı varsa). Öyleyse değerli yazar ve diplomat Aydın Selcen gibi biz de “İngiltere kadar olalım yeter” mi diyeceğiz; merit olsun da varsın “kratik” olsun diye mi dua edeceğiz? Liyakatin kendisini kurcaladığımızda karşımıza her zaman imtiyaz ve eşitsizlikten beslenip imtiyaz ve eşitsizliği perçinleyen bir sistemin çıktığını görmezden mi geleceğiz?
***
Liyakat fikri, Fransız devrimiyle ve Napolyon’la birlikte özellikle orduda ama bürokrasinin başka alanlarında da “yeteneğe açık kariyer” fikriyle birlikte doğmuştu: mütevazı kökenlerden gelen gençler, mesela Bonapart’ın kendisi, eğitimleriyle ve yetenekleriyle kendilerine kökleşmiş bir imtiyaz rejimi içinde yer açabileceklerdi. Taşra kökenli çulsuz gencin yükselişi Balzac’tan Thackeray’e ve Pontoppidan’a kadar on dokuzuncu yüzyıl yazarlarına olay-örgüsünün de ötesinde bir tür romansal armatür ya da iskelet sunmuştur, romansal doku bu armatürün üzerinde şekillenir. Ama başından beri bu şemanın şurasında burasında hüsran ve hayal kırıklığı öğelerinin de azar azar biriktiği görülebilir. Edebiyat bize şu büyük sosyolojik gerçekliği unutturmamalı elbet: 19. ve özellikle 20. yüzyıllarda eğitimin yaygınlaşmasıyla (ve siyasetin kitleselleşmesiyle) birlikte yerküre üzerinde devasa bir “sınıf atlama” mekanizması da kurulmuş oldu. Saha çalışmalarının daha güvenilir ampirik yöntemlerle sürdürüldüğü son 70-80 yılda yapılan nüfus araştırmaları, İkinci Dünya Savaşı’ndan 80’li hatta 90’lı yıllara kadar, dünyada her yeni gelen kuşağın hayata kendi ana babasının kuşağına oranla biraz daha avantajlı başladığını belli ediyor. Sonra bir gün geldi, 30’unu 40’ını aşmış “gençler” kafilelerle analarının babalarının evlerine sığınmaya başladılar.
Burada “edebiyatın sosyal bilimden daha uzak görüşlü çıktığını” söylemek budalaca ve sonu gelmez bir tartışmayı yeniden başlatmak olur. İkisi de şu noktada çuvallayabilir: Bir tür umut devam ediyordur ama ona zemin olan toplumsal ve ekonomik gerçeklik çoktan kaymıştır: ya da tersi, insanlar ve toplumlar hâlâ duvar gibi sağırdır ama maddi çözülme çoktan başlamıştır (son 40 yılda bunun kötü örneğine tanık olduk, artık iyi ya da kötü başka bir “örnek” de tekerrür etmeyebilir). Tanıl Bora’dan Ernst Bloch’un tarihsel-zihinsel bağdaşmazlıklar veya “mütekabiliyetsizliklerle” ilgili pasajlarını da çevirmesini rica edeceğiz.
***
Geçenlerde, belki altı ay belki bir yıl önce, Türkiye’de çocukların ilköğrenimdeki başarısıyla aile yapıları arasında ilişkisi üzerine bir araştırmanın sonuçları yer bulmuştu bazı gazete ve haber sitelerinde. Kesip sakladıydım ama şimdi bulamıyorum, sadece araştırmayı yaptıran mercinin Çocuk Esirgeme Kurumu olmadığı kalmış aklımda. Çıkan sonuç kabaca şöyle özetlenebiliyordu: Çocuğun ana babasının (ya da birinci elden bakıcılarının) okul öncesinde ve dışında onunla konuşmaya ayırdıkları zaman ne kadar çoksa çocuğun sözcük dağarcığı ve dolayısıyla düşünme ve hissetme kapasitesi de o kadar geniş oluyordu. Dolayısıyla ana babalarının fazla zaman ayıramadığı (çünkü çalışmak zorundaydılar) çocuklar, eğitime ve hayata daha avantajsız başlıyorlardı. Ama benzer bir araştırma, bunun daha ayrıntılısı, daha dakik olanı ve daha uzun süreye yayılanı, 2010’larda ABD’de yapılmış ve bulgular da sosyolog Elizabeth Currid-Halkett’in The Sum of Small Things (2017, Küçük Şeylerin Toplamı) kitabında yorumlanmıştı. Bu kitabı da edinemedim, Türkçe çevirisi yoktu. Ama bir özetini birkaç yıl önce Le Monde Diplomatique’te (Ağustos 2020) Pierre Rimbert’in “Meritokratlar Dünyayı Tevarüs Edecekler” başlıklı yazısında buldum. Rimbert başka araştırmalara da değiniyordu. Özetin özeti de yararlı olabilir.
Rimbert bütün bu süreci “kültürel sermayenin aktarılması” olarak adlandırıyor ve “daha doğumda, ebeveynin, özellikle annenin itinalı bakımıyla başladığını” belirterek Currid-Halkett’ten şu veriye dikkat çekiyor: “Entelektüel seçkinlerin bebeklerinin eğitimine ve oyununa ayırdığı zaman diğer ailelerin iki ya da üç katıdır… Üç yaşına geldiklerinde bu çocukların gerçek bir kişiden işitmiş oldukları sözcük sayısı, iyi bir meslek sahibi olmayan birinin çocuğundan 20 milyon fazla ve sözcük dağarları da yüzde 49 daha geniş olacaktır.” Meritokrasi Tuzağı (2019) kitabının yazarı Daniel Markovits de bu bulguları destekler:
“On sekiz yaşına geldiğinde zengin bir çocuğun konuşmaya/hitap edilmeye, kitap oku(n)maya, kültürel faaliyetlere katılmaya, müze görmeye, spor eğitimi almaya vs. ayrılmış zamanı, yoksul bir çocuktan beş bin saat fazla olacaktır... Orta sınıf çocuklar ise on sekizine geldiklerinde televizyon izlemeye veya video oyunları oynamaya ayrılmış zamanları zengin çocuklardan beş bin saat fazla olacaktır.”
Tabii durum Türkiye’de bundan çok farklı, o kadar ki bizim zengin ve “seçkinlerimizin” çocuklarının konuşmasını her işittiğimizde “Güney Kore kadar olalım yeter” lafı dilimizin ucuna geliyor.
Öyleyse liyakatle imtiyaz arasındaki ilişkinin “tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan” döngüselliğine indirgenemeyeceğini kavramamız gerekir. Toplumsal hayatta her zaman bir “ilk tavuk” vardır: Liyakat imtiyazın içinde başlar, eşitsiz ve hiyerarşik toplumun folluğunda büyür, o toplumun aynen yeniden-üretiminin garantörü olur. Zamanda ve uzayda iyice uzağa çekilerek bakma imkânımız olsaydı şunu da görebilirdik belki: neyin liyakat ve maharet sayılacağını belirleyen de aynı toplumdur. Zamanın ve uzayın çok uzak bir noktasına çekilebilseydik, belki bambaşka şeylere liyakat veya eğitim veya yetenek dendiğini, ya da bu türden kavramlara zaten pek ihtiyaç duyulmadığını çünkü yarışın ve savaşın unutulduğu bir Tarih-sonrasına geçilmiş olduğunu da sezebilirdik.
Ama romantik budalalıklara kaptırmayalım kendimizi. Diplo editörü, bugün burada yürürlükte olan eğitim-eleme-liyakat-imtiyaz sistemine gözünü kırpmadan bakıyordu: iki dil konuşan mürebbiyeler, yıllığı 50.000 dolara kreşler, üç yaşında başlatılan müzik ve Yunanca öğrenimi, başvuruların ancak %5’ini alan ve öğrencinin “iyi bir semtte oturuyor olmasını” şart koşan seçkin ilkokullar, bu okulların altı yaştan itibaren verdikleri yabancı dil ve bilim eğitimleri… Şüphesiz inanalım, umalım: sıvasız evlerin birinden bir çocuk bütün bu bariyerleri aşarak ODTÜ Mimarlığa veya Boğaziçi (şimdiki değil eskisi) Elektrik/Elektronik Bölümü’ne giriyor, Sütçü İmam mezunu bir genç Max Planck Enstitüsü’nde bir araştırma asistanlığı buluyor… Ama İbo’nun şerhini de unutmayalım: Urfa’da (veya Siverek’te) Oxford vardı da biz mi okumadık.
[1] The only crime is to be superficial. Everything which is understood is good. İkinci cümleyi bir yorumla şöyle çevirmek belki daha doğru: Anlayarak yaptığınız her şey, sağını solunu, önünü arkasını bilerek sarfettiğiniz her söz iyidir. Öte yandan Wilde’ın yüzeyselliği yücelttiği özdeyişlerinin de aynı ölçüde ikna edici olduğunu biliyoruz.