Yara, Umut ve Güven arasında Kürt siyaseti
Cuma Çiçek

Ana-akım Kürt siyasetini temsil eden HDP’nin toplumsal tabanının “duygusal” olduğuna dair sıklıkla dile getirilen bir iddia var. Türkiye’de sol siyasetin zayıflığına karşın Kürt siyasetinin kitlesel bir harekete dönüşebilmesini, “sınıf siyasetine” kıyasla “kimlik siyasetinde” duyguların “kolay” mobilize edilebildiğini yazanlar bile oldu. “Duygusallığa” vurgu yapan bu yaklaşımlar çoğu durumda Kürtlerin “eğitimsiz” olduğunu da ima ediyor ve bir tür “medenileştirme” çağrısını da içeriyor. Duygu ile akıl arasında ayrım yapan bu yaklaşımların sorunlu olduğunu; Kürt sokağındaki rasyonaliteyi, deneyim ve bilgiyi küçümsediğini ve bu anlamda kolonyalist zihniyetin etkilerini taşıdığını not edip bir yana bırakalım.

Yara: Dağ, zindan, sürgün ve mezar(sızlık)

Çoğu toplumsal hareket gibi Kürt hareketinin de ortaya çıkışı ve formasyonunda duygular her zaman etkili oldu. Sosyal özgürlükle iç içe geçen ulusal özgürlük arzusu, bu arzunun gerçekleşebilirliğine dair umut Kürt mobilizasyonunun ana kaynağını oluşturdu. Kürt itirazının ivmesi çoğu durumda arzuyu umuda dönüştürebilen, güven verici kolektif aktörlere bağlı olarak şekillendi.

Bununla birlikte Kürt sahasında umuttan önce gelen, ondan daha güçlü bir duygu var: yara. Kürt sahasına hâkim olan duygu yara. Bu duygu halinin herhalde en görünür olduğu alan da Kürt müziği. Örneğin siyahilerin müziğinde sıklıkla isyanı hissederken, Kürt müziğinde çoğunlukla bitmeyen bir yası yaşarsınız.

Kürt meselesinin esasında bir haysiyet meselesi olduğu sıklıkla dile getirilir.[1] Ya da Kürt sahasında şiddetin hâkim olmasının önünü açan temel dinamik olarak çoğu zaman 12 Eylül 1980 darbesine ve Diyarbakır Cezaevi’ne işaret edilir. Zira, Diyarbakır Cezaevi Kürd’ün kolektif hafızasında onurunu, haysiyetini hedef alan vahşetin sembolüdür. Kuşkusuz bu yaranın uzun bir tarihi var, sadece 12 Eylül sonrasında ortaya çıkmış değil. Osmanlı dönemine kadar uzanan bu hikâye, çoğu zaman doğrudan/fiziki şiddeti de içeren yapısal ve kültürel/sembolik şiddetin şekillendirdiği bir kolektif duygulanım haline dayanır.

Bu tarihsel mirasla birlikte, Kürd’ün yarası, 1980 sonrasında kötüleşerek kanamaya devam etti, ediyor. Daha önce Birikim sayfalarında yazdığım üzere bu yara uzunca bir zamandır yeniden üretiliyor. Bu yeniden üretim sürecinin dört sembolik ifadesi var: dağ, zindan, sürgün ve mezar(sızlık). Kültürel Kürt kimliğinden farklı olarak politik Kürt kimliği bu dört yüzlü yaraya dayanıyor. Geniş aile bağlamında düşünürseniz, Kürt sokağında içinde dağ, zindan, sürgün ve mezar yarası olmayan tek bir aile yok. Buna HDP’nin yanı sıra HÜDA-PAR’dan AK Parti’ye, CHP’den DEVA Partisi’ne kadar tüm siyasi yelpazedeki insanları katabilirsiniz. Dağa gidenler, zindana düşenler, sürgünde yaşayanlar ve hayatını kaybedenler bir yandan arkada kalan aile fertlerinin önemli bir kısmının politik sosyalizasyonunda önemli bir rol oynarken, öte yandan bu ailelerde derin yaralar bıraktılar.

Resmî rakamlara göre yaşanan çatışmalarda bugüne kadar yaklaşık 50 bin kişi hayatını kaybetti. Gerçek can kaybının çok daha fazla olduğunu söyleyebiliriz. Net bir rakam ifade etmek zor olsa da can kaybının en az iki katı kadar kişinin cezaevi deneyimi yaşadığını ve bir o kadar kişinin de sürgünde olduğunu varsaymak mümkün. Yaklaşık 250 bin kişinin Kürt politik mobilizasyonunun bilfiil içinde yer aldığını dikkate aldığımızda, çatışmalardan etkilenen kişi sayısının en az 2,5-3 milyon olduğu söylenebilir.

Kürt meselesine ilişkin yapılan tüm tartışmalarda çoğu Kürt 2,5 milyon insan yarasını hatırlıyor. Çoğu zaman bu yaralar yeniden kanıyor. Zira, siyasetin soğuk kavramlarıyla tartışılan hususlar çoğu Kürt ailesi için kaybettikleri sevdikleri, zindanda ömürleri çürüyen kardeşleri, babaları, anneleri; sürgünden ya da dağdan dönmelerini bekledikleri çocukları, yakınları demek.

Umut ve güven

İnsanlar bu ağır yaralarla nasıl baş ederler? Baş edemeseler bile birlikte yaşamayı nasıl öğrenirler? H. Özsoy’un altını çizdiği üzere kayıplar bir bedele dönüştüğünde insanlar yaralarıyla baş eder ya da onlarla yaşamayı öğrenirler.[2] Bu dönüşümü mümkün kılan kayba anlam ve değer katan bir umut ve bu umudu taşıyan, güven veren kolektif aktörlerdir.

Çatışma çözümü ve toplumsal barış inşasında öne çıkan isimlerden J. P. Lederach, Latin Amerika’da toplumsal çatışmaların çözümünde geleneksel çözüm mekanizmalarını inceleyerek geliştirdiği yaklaşıma “umut mekânları” adını veriyor. Köy kavgalarında arabulucu olan rahiplerin barış toplantılarına “Hakikat ve bağışlama buluştu, barış ve adalet öpüştü (İncil 85/10)” sözüyle başladığını fark eden Lederach, teorisini bunun üzerine inşa eder. Lederach, hakikat, bağışlama, barış ve adalet meselelerini ortak gelecek ufku etrafında tartışır. Umut mekânlarının inşası için hakikatlerle yüzleşmenin bağışlamayı, barışın da adaleti içermesi gerektiğini ileri sürer. Lederach’a göre, ne bağışlamayı içermeyen bir hakikat arayışı ve yüzleşme ne de adaleti içermeyen bir barış kalıcı olabilir.

Kuşkusuz umudun varlığı tek başına yetmez. Umudu bir gelecek ufku etrafında sürekli yeniden üretecek güven veren kolektif aktörlere ihtiyaç var. Üstelik bu aktörlük hali de bir sabit değil, sürekli yeniden üretimi gerektiriyor, bunu sağlayacak beceri ve kabiliyet istiyor.

Kürt sokağında yılların biriktirdiği ağır yaralar derin bir toplumsal yorgunluk yaratmış durumda. Üstelik bu yaralarla baş etmeye olanak tanıyacak umut ve güven özellikle kent çatışmalarından bu yana önemli oranda aşınmış halde.

Kürt siyasetinin geleceği

Bu noktada çok-merkezli ve çok-katmanlı Kürt siyasetinin geleceği yeni yaralar yaratmaktan ziyade bir gelecek ufku etrafında yeni umutlar oluşturabilmesine ve bu konuda güven veren kolektif bir aktör olarak ortaya çıkabilmesine bağlı olarak şekillenecek. Zira, tarihsel yarasının yanı sıra yapısal ve sembolik şiddet de bütün yıkıcılığıyla devam ediyor.

Kürt sokağında 1990’lı yıllara kadar uzanan “silahın miladı doldu” tartışmaları bir tartışma ve müzakere meselesi olmaktan çoktan çıkmış durumda. Türkiye Kürtleri hem kendi tecrübeleri hem Arap baharı deneyimi hem de devam eden Suriye iç savaşından yola çıkarak uzun yıllardır siyasete yatırım yapıyorlar. Bir parti olarak dikkate değer bir performans gösteremeyen HDP’nin bugün ortalama %12 bandındaki gücü esasında Kürt sokağında gelişen bu hâkim rasyonaliteye dayanıyor. Zira, yeni yaralar istemeyen Kürt sokağı umudu siyasette görüyor ve stratejik olarak HDP’ye yatırım yapıyor. HDP dışındaki yolların yeni yaralar anlamına geldiğini iyi biliyor.

1990’lı yılların başına uzanan “iç çözüm” arayışları 1999 yılından Öcalan’ın yakalanmasından sonra sırasıyla demokratik cumhuriyet, demokratik özerklik ve son olarak yerel demokrasi kavramlarıyla formüle edildi. Bir yandan siyasi çözüm arayışlarına dönük geliştirilen yeni söylemler, bir yandan da siyasal taleplerin yerelleşmeyi içeren bir demokratikleşme programına dönüşmesi zaten silahı Türkiye Kürtleri nezdinde büyük oranda irrasyonel bir araca dönüştürmüş durumda. Öte yandan, Kürt sokağı silah meselesinin çözümünü yaralarını daha fazla kanatmadan, bu yaralarla baş etmesini mümkün kılacak bir umuda ve güvene bağlama arayışında.

Tüm bu tablo içinde ana soru şu: HDP umudun yeni adresi olarak yeniden ortaya çıkabilecek mi? Ortak bir gelecek ufku inşa ederek Kürt sokağının güvenine talip olabilecek mi? Belki bu sorular kadar önemli olan bir diğer soru da şu: Türk sokağı şiddeti arkada bırakmak ve bir arada yaşamaya şans vermek için bugün kapatma davasıyla karşı karşıya kalan HDP’ye, başka bir ifadeyle siyasi çözüme sahip çıkabilecek mi?

Demirtaş, HDP ve PKK/KCK üzerine yapılan tüm tartışmalarda yukarıdaki soruları ve daha da önemlisi Kürt sokağındaki duyguları hatırlamakta fayda var.


[1] Mesut Yeğen ile yakın zamanda yapılan bir röportaj için bkz. Remzi Budancir, “Mesut Yeğen: Kürt meselesi bir haysiyet meselesidir,” artıgerçek, 08.10.2022, https://artigercek.com/guncel/mesut-yegen-kurt-meselesi-bir-haysiyet-meselesidir-226434h, erişim tarihi: 20.10.2022.

[2] Özsoy’un yayınlanmamış doktora tezi internet ortamında erişime açıktır. Bkz. https://repositories.lib.utexas.edu/bitstream/handle/2152/ETD-UT-2010-05-854/OZSOY-DISSERTATION.pdf?sequence=2&isAllowed=y, erişim tarihi: 14.10.2022.