14 Ekim'de, Amasra’da TKİ maden ocağında grizu patlaması oldu, 41 işçi öldü, 11 işçi yaralandı. Devlet büyükleri “kaza”, hatta “kader” dediler, ölen işçiler “maden şehidi” ilan edildi.
Bu katliam, başkalarını hatırlattı tabii, öncelikle Soma’yı. 2014 yılında, 301 madencinin ölümüyle sonuçlanan patlamayı ve arkasından yaşananları- sorumluların cezasız bırakılmasını, madenci avukatlarından Selçuk Kozağaçlı dışında tutuklu sanık kalmadığını, madenci yakınını jandarmaya tutturup tekmeleyen Yusuf Yerkel’i…
2014’te, Zafer Açıkgözoğlu şöyle yazmıştı: “Biliyorum arkamdan iki gün ağlayıp üçüncü gün unutacaksınız. Benden önce her sene ölen bin beş yüz işçi gibi.” Zafer Açıkgözoğlu, İstanbul Tıp Fakültesi Hastanesi'nde taşeron işçiydi. Enjektör iğnesi batan eliyle bodrumu basan lağım sularını boşaltmakla görevlendirilmişti. Enfeksiyon kaptı, karaciğeri çalışmaz hale geldi ve öldü.
Amasra “kaza”sının ardından da benzer şeyler söylendi, iki gün konuşup üçüncü gün unutacağımıza dair. Nasıl Soma’yı unuttuysak, nasıl Zafer Açıkgözoğlu’nu, nasıl bin beş yüz işçiyi.
Hiçbirini unutmadık. Nasıl unutabilirdik ki? Gün be gün üstümüze çöken bu havanın içinde cezasız bırakılmış bütün cinayetlerin kokusu duruyorken? Bizi olduğumuz şeyden başka bir şeye dönüştüren bu zehiri solumaktayken?
Unutmak da hatırlamak da göründükleri kadar basit değiller, hani 0’lar ve 1’lerle işleyen sistemler gibi. Ya hatırlıyorsundur yahut unutmuşsundur. Ne kişisel hafızamız ne de kolektif olan, böyle işlemez.
Hafızanın bir politik mücadele alanı olmasının sebebi, budur. “Unutmayacağız” yeminlerinin ötesinde, bütün o unutulmamış şeylerin hatırlanmasını sağlamak, önemlidir. Kimsenin bir şeyi unuttuğu yok aslında, öyleymiş gibi davranıyoruz, başka ne yapacağımızı bilemediğimizden. Ama işte, birileri, diyelim Hakikat Adalet Hafıza Merkezi, diyelim Umut-Sen, diyelim İnsan Hakları Vakfı, Emek Çalışmaları Topluluğu, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, belleğimizi dağılmaktan korumak üzere bu devasa işe, hafıza inşasına soyunuyorlar. Ki unutmadıklarımızın ne olduklarını ve onlarla ne yapabileceğimizi bulabilelim, böylece, hatırlayalım.
Saime Tuğrul, bu yıl içinde Dipnot Yayınları tarafından yayımlanan Yitik Bellek kitabında, bu “unutmamış olma ama hatırlamama” meselesini genişçe tartışıyor. Diyor ki, “Geçmişimizi tutan, şimdiyi belirleyen ve geleceği düzenleyen, belleğimizdir. Anımsadıklarımız, anılarımız sayesinde varlığımızı sürdürebiliriz.” Yani, bizi biz yapan, hatırladıklarımızdır. Kişisel ve kolektif olarak.
Hatırladıklarımızı unutmuş gibi yaptığımızda, nasıl bir “biz” oluruz? Tanık olmayı reddeden tanıkların toplumu, neye benzer?
Saime Tuğrul, şöyle de diyor: “bir toplum geçmişte yapılan haksızlıkları, hatta suçları hatırlamıyor ya da hatırlamak istemiyor diye ne geçmişteki olaylar ne de onların sorumlulukları silinemez. Geçmişin failleri, önceki kuşaklar, atalar bile olsa, bugünün kuşakları, kolektif hafızanın failleridirler.” O daha çok geçmişten söz ediyor ama söylediği bugünün tanıklığı için de geçerli. Suçun faili değilsin belki ama hafızanın failisin. Tanıklığı reddetmekle bundan kurtulamazsın.
Bana öyle geliyor ki, bu reddedişi ahlaki terimlerle anlamaya çalışmanın iç soğutucu bir yanı olabilse bile, bununla gidilebilecek bir yer yok. “Anadolu bilgeliği” hakkında sarkastik yorumlarla filan. Ahaliden bilgelik beklemek ne kadar manasızsa, onları riyakârlıkla suçlamak da öyle. İnsanlar her zaman hayatlarını kolaylaştırmaya, iyileştirmeye çalışırlar. Kolaylık ve iyilik hakkındaki fikirleri, yaşam dünyalarıyla sınırlıdır. O dünyanın kapanmasından, daralmasından, soluk alınamaz hale gelmesinden sadece onlar mı sorumludur? Yoksa bu yaşam dünyası onların “doğal habitatı”dır da yapacak bir şey yok mudur?
Böyle olsaydı, muhafazakârlığın kaleleri sayılan pek çok Anadolu kentinde bu kadar yaygın direniş olabilir miydi? İşçiler direniyor, yaşam alanlarına sahip çıkmak isteyen köylüler direniyor, kadınlar direniyor…
Ama bu direnişin belleğe kaydedilebilmesi, ancak parçaları bir araya getirecek, onları örüp bağlayacak bir anlatıyla mümkün olur: Siyasetle. Böylece direnmek, karşı olmanın ötesinde geçer, kurucu bir eyleme dönüşür. Ancak o zaman o daralan yaşam dünyalarının ufuneti dağılır, genişler, yeniden nefes alınabilir hale gelir.
Bu sebeple, kimin tasavvuru olduğunu bilemediğimiz endişeli muhafazakârları değil, direnen insanları hesaba katan, onlara hitap eden, onlarla konuşan politikacılara, böyle politikalara ihtiyacımız var. Fiktif bir takım kolektiflere göre hizalanmak yerine gerçek, kanlı canlı, her şeye rağmen sesini yükseltebilen insanlarla ilişkilenen partilere.
TİP milletvekili Erkan Baş mecliste yaptığı konuşmada “size güvenmiyoruz” demişti, “Soma’dan sonra ne yaptınız?” Devlet Bahçeli cevap verdi, “Amasra’yı konuşuyorken sekiz yıl önceki Soma felaketini hatırlatmak, maksatlıdır, hastalıklı bir yaklaşımdır.” Kendisinin bütün tuhaflıklarına, acayip konuşmalarına falan takılmamak lazım, bence olup bitenleri gayet iyi okuyor. Amasra’yı konuşuyorken Soma katliamını hatırlayan politikacılar lazım bize. Ki bizi biz yapacak belleğimize kavuşalım, unutmadıklarımızı hatırlayabilelim, tanıklık edebilelim.
Not: Saime Tuğrul’un andığım kitabını (Yitik Bellek: Yas, Kimlik, Yüzleşme, 2022, Dipnot Yayınları) hararetle tavsiye ederim. Daha önceki iki kitabıyla (Ebedi Kutsal, Ezeli Kurban ve Canım Sana Feda- 2010, 2014 İletişim Yayınları) birlikte toplumsalın dokusuna, bu dokunun kurbanlık ile, kutsallık ve hafıza ile nasıl örüldüğüne dair bütünlüktü bir çerçeve çiziyor.