Rusya’nın Avrupa Konseyi’nden ayrılması (yoksa tartışıldığı gibi Avrupa Konseyi’nin Rusya’yı üyelikten çıkarması mı demeliyim?) sonrasında Rusya artık Avrupa Konseyi tarafından denetlenmeyecek bir serbesti ve takdir yetkisine kavuştu. Tabii üyeyken dahi denetimin yaptırım niteliği ve etkisi tartışılırdı ama artık Rusya’dan AİHM’e herhangi bir dava gelemeyecek olması, sadece derdest olan davaların görülmeye devam edecek olması bir başka Rusya lehine çekirdek alan yarattı. Bu çekirdek alan Duma’nın hemen LGBTİ+ karşıtı yasaları yürürlüğe sokmasıyla şekillendi. Önce LGBTİ+ propagandasını yasaklayan yani basın ve yayın organlarında LGBTİ+’lara dair her türlü içerik, haber ve bilgiyi propaganda sayarak cezalandırmaya girişen yasa oylandı ve geçti. Hemen ardında yasanın kapsamı genişletildi ve “geleneksel olmayan cinsel ilişkiler” de bu kapsama alındı. Bu şu demekti, LGBTİ+’lara dair haber, bilgi ve benzeri her türlü “enformasyon”, propaganda sayılarak cezalandırılacaktı. Yani LGBTİ+’lar bizzat yasa ile kriminalize edilen bir grup eşitsiz vatandaşa dönüşüyordu.
Tüm bunlar olurken -hala Konsey üyesi olan- Türkiye’de Anayasa’ya aileyi koruyacak hükümlerin eklenmesi, türban düzenlemelerinin yanında aileye dair genişletici ve koruyucu hükümlerin düzenlenmesi gündeme geldi. Peki anayasa, ailemizin anayasası olabilir miydi? Bununla ilgili literatür oldukça geniş. İtalya’da famiglia constituzione[1] yani aile anayasası tartışmaları, iktidara gelen Meloni ve partisiyle genişleyerek kendisine yer buluyor. Onların aile anayasası ile kastettiği, bir ailenin mirasına ilişkin ilke ve hedeflerini uzun vadeli bir perspektifte bir araya getiren belge olarak tanımlanabilir. Yani ailenin servet ve varlık yönetimini kontrol eden, ailenin dağılmaması için varlıklarının kontrol edilmesi gerektiğini öngören bir anayasal plan. Nihayetinde aile de ekonomi-politik bir kavramsallaştırma değil mi? Bunu gösteren önemli bir örnek.
Anglo-Amerikan hukuku da bundan azade değil. Aile anayasası kavramını koruyan ABD Yüksek Mahkemesi’nin 1977 tarihli Moore v. East Cleveland kararı, kürtaj tartışmalarından eşcinsel haklarına kadar her türlü tartışmada devreye sokuluyor. Bu karar, ailenin kutsallığını bir yargı kararında tam da “kutsal” kelimesini kullanarak anlatan öncü kararlardan biri. Burada aile, bizi bir arada tutan bir yapıştırıcıya benzetiliyor. Anayasalarda, aileye özel bir alan verilmesinin nedenlerine iniyor, bunları meşrulaştırıyor. Bütün bu kurgu, eleştirel teori ve feminist hareket tarafından ifşa edildi tabii. Ailenin muhakkak heteroseksüel ve geleneksel bir tasavvura dayandığı, aile bağları diyerek kastettikleri şeyin bir tür “devletin ve toplumun en küçük parçası ailedir.” indirgemeciliğinden çok da öte bir şey olmadığını gösterdi. Feministler, “sıcak aile ortamı” derken, neyin sıcak ve soğuk olduğunu da anlatmışlardı. Aksu Bora ve İlknur Üstün’ün “Sıcak Aile Ortamı” araştırması bunun önemli bir ifşasıydı. “Çünkü, aile ilişkilerinin eşitsiz yapısı, toplumsal ve siyasal uzantılara sahip olduğu gibi, bunları meşrulaştıran, yeniden üreten bir özellik de gösterir.”[2]
Araştırmada, bu yeniden üretimin nasıl kendisinin sağlamasını yaptığı eşcinsellere bakarak da anlıyorlardı. Sıcak aile ortamında Bora ve Üstün, ailelere abileri ya da çocukları eşcinsel olursa, ne olacağını soruyorlardı.
“Oğlunun eşcinsel olma ihtimali ise konuşmak bile istemediği bir şeydi: “Yani öyle bi şey olmasın diye küçüklüğünden beri o eğitimi verdim ona. (...) Ya ona ben erkek gibi davrandım. Onu gezdirdim, sinemaya götürdüm, at yarışı şey güreşlere götürdüm falan filan yani. Hep tarttım, ölçtüm, kitaplar aldım. Eşcinselliğin hastalık olduğunu belirttim ona. Çok kötü bi şey olduğunu izah ettim.”[3]
Ailenin, böyle bir tarafı da vardır. Büyük Aile Buluşması’nın bu hengamesi, hacimce az ama yaygaraca çok gürültüsü, bugün AKP’nin “anayasada aileyi koruyalım” diyerek tahkim ettiği bir seferberliğe de dayanıyor muhakkak. Çünkü aile, Türk Anayasası’nda da elbette tanınıyor. Anayasa’nın 41. maddesi, “Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanıyor.” diyor. Bugün tartıştığımız ise anayasadaki “eşler” ifadesinin nötr olmasıymış. Eşlerin, kadın ve erkeklerden oluştuğu Anayasa’da ifade edilecekmiş. Sanki Türk Medeni Kanunu’nda evlilik hükümlerinde kadın ve kocadan bahsedilmiyormuş gibi, Türkiye’de eşcinsel evlilik yasal ve serbestmiş gibi, ailenin kimlerden oluştuğunu bir de Anayasa’ya ekleme ihtiyacı doğmuş.
Hukukun bir tersine dikiş olduğunu hep söylüyoruz, eğer istersek zeminleri kaydırmanın ve sallamanın bir yolu da olabilir. Joslin Davası bunlardan biri. Birleşmiş Milletler belgelerinde evlenme hakkının kadınlar ve erkeklere tanınmış bir hak olmasından yola çıkan eşcinsel bir çift, “ikimizin de ayrı ayrı evlenme hakkı olduğuna göre, ikimiz de birbirimizle evlenme hakkına sahibiz” diyerek bir başvuru yapmışlardı. Hukukun, sözde eşit görünen ayrımcı uygulamalarını tersyüz etmek için! Dava, sonucuna ulaşamadı tabii ama yine de dilin, yasaklamalara izin vermeyen esnek ve geniş yapısını göstermesi bakımından oldukça keyifliydi.
Türk Anayasası’nda aileyi koruyan hükmün 2. fıkrası, Devlet’in aile planlaması öğretimi yapmasına yönelik bir pozitif yükümlülüğü de içeriyor. Peki olmayan sorunlar için yeni anayasal yöntemler düşünen siyasal iktidar, aile planlaması gibi Türkiye’nin taşradan merkezine her yerde çözümlenmesi gereken bir problem için ne yapıyor? Anayasa’daki varolan yükümlülüğünü yerine getiriyor mu, yoksa başka bir şey mi yapıyor?
Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’na bağlı Ana-Çocuk Sağlığı ve Aile Planlaması Genel Müdürlüğü’nün sayfası en son 2015 yılında güncellenmiş. Yapılan çalışmaların en yenisi 2008 tarihli. Ulusal anne ölümlerine ilişkin en son inceleme ise 2005 yılında yapılmış.
Tüm bu aile tahkimatının, LGBTİ+’lar için eşit vatandaşlık ihtimalinin bertaraf edilmesi için olduğunu biliyoruz. Devletin, herkes için aynı devlet olmadığını bildiğimiz gibi. Siyasal iktidarın, herkes için aynı siyasal iktidar olmaması gibi, aile de herkes için aynı aile değil. LGBTİ+ aileleri, LİSTAG ve Gala-der, bir kez de bizden dinleyin diyorlar: “Aile olmak nedir, LGBTİ+ ailesi olmak nedir, çocuklar nasıl karşılıksız sevilir… Bir kez de bizden dinleyin. Onlar, bu hayatta var olmaktan ve diğer tüm insanlar gibi eşit haklara sahip olmaktan, kısacası eşitlenmekten daha fazlasını istemiyorlar.” [4]
Bütün bunların Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Cuma Hutbesi’ndeki açıklamalarıyla bir bağlantısı var. Başlığı şöyle: “Aile Olmak: İlahi Lütuf”.[5] Türkiye’de bütçesi ve imtiyazlarıyla siyasi bir manivela noktası haline gelmiş Diyanet, bugün bu politikaların toplumsal tahkimatıyla doğrudan ilgili. Ailenin kutsal olduğu, fıtratımızda olduğu gibi… Bütün bu zihniyet ve kalıplarla[6] ailenin anayasallaşması, ailenin korunması değil ama belli bir tip aile kurgusunun, toplumsal cinsiyet kalıplarının, diğer insanların haklarını gasp etmek pahasına tahkim edilmesi anlamına geliyor.
Nüfuzu olanın korunduğu, politikaların imtiyazlıları daha da imtiyazlı kılmak için var gücüyle yasallaştırıldığı bu iklimde, anayasa da itinayla belli bir grubun anayasası olmak üzerine yeniden dizayn ediliyor. O halde soralım: Hangi ailenin anayasası bizi bir arada tutar? Anayasa, bizi bir arada tutmak için mi yoksa eşitliğin ve ayrımcılık yasağının devlet politikasında kurumsallaşması için mi vardır?
[1] Massimiliano Campeis, La family constitution nella gestione del patrimonio, 15.12.2021, https://www.we-wealth.com/news/consulenza-patrimoniale/passaggio-generazionale/family-constitution-gestione-patrimonio
[2] Sıcak Aile Ortamı.
[3] Sıcak Aile Ortamı, s.34.
[4] https://www.tukenmezhaber.com/article/61197/listag-buyuk-aile-bulusmasina-katilacak-aileler-kimin-ailesini-koruyacaklar
[5] https://www.diyanet.gov.tr/tr-TR/Kurumsal/Detay/33936/cuma-hutbesi-aile-olmak-ilahi-lutuf
[6] Bu zihniyet ve algıların, söz konusu aile olduğunda ne anlama geldiğini yine Aksu Bora ve İlknur Üstün açıklıyordu, bunun bir cinsiyet rejimi meselesini olduğunu yine oradan anlıyoruz.