Sevgi Üzerine Düşünceler (I)
Derviş Aydın Akkoç

İki bin yıl evvel dünyaya düşen, failinin çarmıha gerilmesinde payı olan iki kelimelik bir söz: “birbirinizi sevin.” Yasa koyucu bir içeriğe sahip olmadığı gibi bilinen manada bir buyruk yargısı da değil bu: “size yeni bir buyruk veriyorum: birbirinizi sevin.” Elias Canetti’nin emir ve sızı arasındaki diyalektiği (her emir kirli bir haz da veren bir sızıya yol açar) göz önüne alındığında sızı payı sıfır olan, bu nedenle de buyruk olmayan bir buyruktur bu; daha da önemlisi ise buyruğun yeni olması. Yeni buyruk, geçmişin yasalarını ortadan kaldırmak değil, onları tamamlamakla mükelleftir. Bu yeni söz, bir yüzünü geçmişe, diğer yüzünü geleceğe dönerek, daha önceki yasaların olduğu kadar gelecekteki yasaların da temel bir eksiğini ifşa eder: Yasa sevgisizdir.

***

Yasa elbette kendi çekirdeğindeki bu sıkıntılı eksikliğin ifşasını kendi varlığına yönelik bir tehdit addeder. “Birbirinizi sevin” mesajının alıcıları toplumsal ve sınıfsal anlamda aşağıdakiler; egemenlik ilişkilerine maruz kalanlardır. Gelgelelim burada mesele mesajın iktidar kastını dışarıda tutması değil. Sevginin öznesi olmaya dair bu çağrı; sömürülen ve aşağılanan, angaryaya koşulan varoluşların –fakir fukaranın- doğal bir sevgi kaynağı olduğu anlamına gelmez, aksine bu çağrı ezilenler arasındaki hem bariz bir sevgi açığına hem de birbirlerine yönelik örtülü yahut aşikâr bir nefrete –haset ve kıskançlığa- işaret eder. Sevgisizlik, çekişme, rekabet, hedefsiz tepkisellikler gibi negatif duygular aşağıdakileri, belki de en fazla hesap dışı olanları kasıp kavurur. Nitekim yukarıdakilerin Yasa’yı kapsayıcı bir irade haline getirme arzusu da aşağıdakilerin birbirlerinde icra ettikleri bu kıyıcı didişmelerden çekip alır meşruiyetini: güya herkes birbirine düşmandır ve yaşam doğumdan ölüme bir savaştan ibarettir; böylesine sert bir zeminde sevgi de olsa olsa bir lüks, naiflik ve hatta bir çeşit budalalıktır… Ezcümle “birbirinizi sevin” sözü bulanık, çetrefil, riskli, kaotik bir atmosferde açmıştır gözlerini. Siyasal içeriğiyle “birbirinize sevginiz olursa” şartı, sevginin yayılma, genişleme, örgütlenme eğilimleri açısından bakıldığında her türden Yasa’nın temellerini aşındıracak potansiyel bir kudrete sahiptir. Kavrayışın, duyuşun, sezginin ve anlayışın giderek derinleşmesi, zenginleşmesi; sevgisizlik ve anlayışsızlıkta bile…

***

“Öldürmeyeceksiniz,” emri ve nihayet Yasası Walter Benjamin’in belirttiği üzere eylemden, öldürme ediminden sonra sarf edilmiştir: Yasa, eylem karşısında çaresizdir aslında, eylemin zamanı ve zeminiyle emrin zamanı ve zemini çakışmaz; Yasa’nın öncesine şiddet yuvalanmıştır. “Öldürmeyeceksiniz,” emri bu şiddeti sonlandırmak ya da durdurmak değil, ancak dengelemek, kendi tasarrufuna almak, müstakbel bir öldürme eylemine ahlaki ve hukuki bir meşruiyet kazandırmak üzere iş görebilir; boyuna fireler veren, silinip yeniden yazılan türlü teolojik ya da seküler sözleşmeler aracılığıyla…

***

Bu durumda başlangıçta söz değil, vahşet vardır. Sözü ve Yasa’yı ete kemiğe büründürecek kelime takımları, harf –yazı- ve hatta ses de bu vahşetten doğmuştur. Bu fasılda, Kafka vesilesiyle dilin “hukuki model” içinde devinen veçhesinin, yani her yargının esasında bir “ölüm ilanı” olduğunu belirtir Ulus Baker de: “söz söyleyerek, söz vererek, hüküm vererek, soruşturarak, yargılayarak hukuksal bir sistemin içine yerleşirim. Dil yükümlülükler yaratır, yargılar, mahkûm eder.”[1] İçine yerleşilen bu hukuksal çemberden, ahlaki labirentten nasıl çıkılır ya da bir çıkış var mıdır? Baker’e göre, aynı dil âleminde ama farklı ton ve jestlerle, hukuki modelin karşısında “siyasi model” yer alır: fakat dilin siyasal niteliğini açığa vurmak için retorik, ikna, demokratik görüş yeterli değildir. Dilin siyasal karakterinin Antiklerin logos’u ile, konuşabilme ayrıcalığından, dolayısıyla hükümet etme ve hükümet edilme süreçlerinden pay alan yurttaş imgesiyle de herhangi bir alakası yoktur, dilin siyasi karakteri “her önemli toplumsal-siyasal hareketi hareket kılan şeylerin buyruk-tümceleri ve sloganlar olmalarında” yatar. Bu itibarla, “birbirinizi sevin” sözü hukuki ya da saf teolojik değil, Baker’in ayrımıyla “siyasi model” kapsamında cisimleşmiş bir söz, hâlâ eskimemiş bir slogan-tümcesidir: dışarıdan değil, içeriden bir hamleyle çokluğa, topluma, demos’a açılma azmindedir, nitekim Yasa ile tarihsel çelişkisi ve rekabeti de bundan ötürüdür.

***

Modern olanları da dahil hiçbir yasa ve egemenlik söylemi –güvenlik vaadi dışında- istese bile tebaasına sevgiyi salık veremez. Varıp varabileceği en uç nokta –o da yazıda değil, lafta- “yaratılanı severiz Yaradan’dan ötürü” düzlemidir ki, bu düzlemde sevgi dahi Tanrı/Allah dolayımıyla muktedirin ayrıcalığı olarak belirir. Bu ayrıcalık sevilenin her an statüsünü kaybedebileceğinin, devre dışı bırakılacağının da teyididir: bekletilmiş bir nefretin, maskelenmiş bir hoşgörünün, sorunsuz bir aforozun muhatabı olarak sevilenler. Dostoyevski’nin “Tanrı yoksa her şey mubahtır” formülasyonunda da sezdirildiği üzere, yaratılanlar ve muktedirin sözümona sevgisi denkleminde, Yasa’nın kendi bastırılmış vahşetini zincirlerinden boşaltması için Tanrı’nın çekilmesine bile gerek yoktur aslında: koşullu –Yaradan’dan ötürü- bir sevginin gerisinde barbarlığın azı dişleri takırdar. İktidar olma, öldürme şehveti, istisnai bir gelişme ya da çıkar sarhoşluğu bir kez uyanmaya görsün; ne hukuk düzeneği ve normları ne de harici kutsallıklar; her şey askıya alınır, bir sonraki daha şiddetli kıyım nöbetine kadar…

***

Yasa, Ayhan Geçgin’in bıkıp usanmadan tartıştığı üzere, dikey bir tahakküm ve otorite işleyişiyle –çoğun çuvallasa da- birleştirmeyi, bütünleştirmeyi amaçlar, tekil bir olayı bağlamından çekip alarak evrensel bir fenomen, her durumda geçerli bir ilke olarak kodlamak ister. Geçgin’e göre, Yasa birleştirirken kendi ayrıştırıcı ikiliklerini de yaratmak zorundadır: canlı ve cansız, insan ve hayvan, kamusal ve özel, konuşamayan ya da konuşabilen, kadın ve erkek…[2] İnsan da bu bölme işleminden sonra açığa çıkar: “dilsiz ıstıraplar” bölgesinden, ahlaki yargının imkânsız olduğu hayvani varoluş sahasından dil alanına, ifade zeminine, medeniyet ilişkilerine, ve insanlık gibi yüksek olanları da kapsar şekilde idealler dünyasına alınan bir varlık olarak insan... Sınırlar, gri alanlar, içeride tutan, dışarı fırlatan ikilikler: Yasa kuruluş anından itibaren kendi yasa dışı olanını da yedeğine almıştır tabii. Gelgelelim “birbirinizi sevin” sözü Yasa’nın karşısında ya da dışında değil, Yasa’ya rağmen hâlâ kurucu vahşetin içinde, yanı başındadır...

***

“Birbirinizi sevin” sözünün maksadı bir boşluğu doldurmak, sevgisizliği telafi etmek değil, zira nasıl ki “öldürmeyeceksiniz” Yasa’sının öncesine şiddet konuşlanmışsa “birbirinizi sevin” sözünün öncesine de köpüren ve hararetli bir nefret konuşlanmıştır: bir enfeksiyon gibi yayılan, kuşaktan kuşağa devreden, bireysel ve kolektif bünyeyi sarıp sarmalayan, ideolojilere sirayet etmiş, gündelik hayatın türlü gözeneklerinde seğiren nefret… “Birbirinizi sevin” slogan-tümcesinin ütopik arzusu duygusal ve fiziksel bir yamyamlığı önlemek, Hobbes’un “doğa durumu” addettiği “birbirini yeme” ve katletme süreçlerini tersine çevirmektir. Saldırganlık içgüdüleri, savunma ve reaksiyon oluşumları, nevroz ve psikoz analizleriyle Freud’un da neredeyse bütün mesaisi bu sevgi ve nefret ilişkisine hasredilmiştir. Ketlenmeyen, tıkanıp açılmayan, nefretle gölgelenmemiş bir sevgi henüz söz konusu değildir ona göre: “birbirinizi sevin” sözünün bir çeşit türevi olan “komşunuzu kendiniz gibi sevin” slogan-tümcesi mesela; Freud nezdinde imkânsız bir sevme isteğine tekabül eder. Bitişik kapı ya da sınırlar ötesinden varlığını duyuran komşular: milliyetçilik, kültürel ve sınıfsal kıstaslar gibi söylemlerden de gıdasını alan “yabancı düşmanlığı” gibi apaçık nefret biçimleri; bir soyutlama olarak insanlığın henüz “komşu sevme” aşamasında olmadığının göstergesidir. “Öteki” ile ilişkide hukuk ve yasa da tam da bu nedenle gereklidir. Hal böyleyken uygarlık bırakalım tekinsiz yabancıyı, aynı kimlik ve kültür referansı içindeki bireye karşı dahi korunmalıdır. Uygarlığın selameti içgüdüsel tehditler saçan bireyin varoluşundan her zaman daha elzemdir. Bununla birlikte, Freud’a bakılırsa ötekini –birbirini- sevmek şöyle dursun kişi kendini dahi sorunsuz bir biçimde sevemiyordur. Duygu dışavurumlarının, ifade biçimlerinin gerisinde; dilin görünmez, rüyaların sembolik evreninde ölüm içgüdüsü, cezalandırılma arzusu, suçluluk hissi gibi nefret kuvvetleri bir saat gibi tıkır tıkır işliyordur: sevgi kolay bir duygu değildir, arzu sevgiye de güç uygular, ve haz hâlâ bilincin karanlık parçasıdır. Kendinden duyduğu nefretle baş edemezken kişinin herhangi bir toplumsal ve siyasal nefreti aşıp geçip de sevgiye ulaşması neredeyse olanaksızdır.

***

Sevginin yükü Yasa’nın yükünden çok daha ağırdır: “Birbirinizi sevin” sloganı olası şiddet semptomlarının kaynağına yönelmek zorundadır, onları bastırmak, çerçevelemek üzere değil, kaynağında, nefret duygusu ve çeşitlerinde –vahşet boylarında- kurutmak, dönüştürmek üzere… Yasa nefretin şiddet halini almış biçimleriyle, tabiri caizse kabuk ve yüzeylerle meşguldür, cezalandırma pratikleri açısından bakıldığında ürettiği çözümler de geçicidir: güzide tarih “birbirinizi sevin” sözünün mağlubiyetlerinin yanı sıra, Yasa’nın ve uygarlığın da muhtelif fiyaskolarıyla doludur.

***

Tarihsel gelişimine, toplumsal ve kültürel nedenlerine, iktisadi veçhelerine, iktidar ilişkileri içindeki yerine bakmaksızın, hasılı bağlamı unutup olguyu baş tacı ederek, önleyici bir amaçla nefreti suçla mühürlemek, meşhur “nefret suçları” icadı da “suç eylemlerinin” icrasını durdurmak açısından hükümsüzdür: tıpkı arzu gibi nefret de bildiğini okur. Bu bildiğini okuyan nefret karşısında hukuki model önünde sonunda Yasa’ya yaslanarak, haklar alanından bir adım öteye geçmeksizin daima yargılar, şaşırır, panikler, mahkûm eder, mümkünse cezalandırır; ahlaki bir üstünlük de caba… Ne var ki, herkesin bir diğerini “nefret suçları”nın çemberine rahatça alabildiği bir düzlemde nefretin önlenmesinden ziyade özgürleşmesi söz konusudur. Daha doğar doğmaz –toprak, aile, millet, mülkiyet, şahsiyet gibi mefhumlara atıfla- hukukileşen, kendi hak söylemini, mağduriyet anlatısını yaratan bir nefret biçimini ötelemek için bir başka şiddet biçiminden –Yasa’dan- önleyici ya da caydırıcı yaptırımlarda bulunması üzere medet ummak… Nefretin suç kataloğunu, aksiyon tarzlarını hukuki değil, siyasi model kapsamında sorunsallaştırmak, alternatif slogan ve buyruk tümceleri öne sürmek, Baker’in vurgusuyla “toplumsal hareket” ağları oluşturmak oysa: siyasallaşma arzusundaki dilin dün olduğu gibi bugün de başlıca mesailerinden biridir bu.

***

Sevgi bir budalalık değil, bilakis kendi anlayış ve kavrayış çabası olan, yürek ve zihin, zihin ve yürek arasındaki bağlarını yaratan, kendine has düşünme yordamlarıyla yol alan bir edim; yaratıcı bir kudret, bir yapabilme istidadı, dönüştürme hüneri… Elbette nefret bir sıçrayışta dünyayı dolaşır, sevgi ise karınca adımlarıyla ilerler: sevgi ve anlayış ilişkisinin yanında, sevgi ve sebat da var. Ortay Rifat Danaburnu romanında sevginin melankolik ama inançlı bir panoramasını çıkarır, bu panoramada sevgi yoksunu insanlar kendi kapkara hapishanelerinde, hem dünyaya hem de kendi varlıklarına karşı körleşmişlerdir:

“Tuhaf yargılara, olmayacak güçlere tutsaktı insanlar. Gerçekte uçucu, bulutsu, ama aşılması olanaksız duvarlar içinde yaşıyorlar, burunlarının bir karış ötesini göremiyorlardı. Bir sisteydiler, iki adım ötesini bulandıran. Çevrelerini kuşatan bu sis içlerini de kaplamıştı. Kişi kendini bile göremiyordu. Bulanıktı çevre, bulanıktı yolcu, doğa, ilişkiler. Ve sevginin yıldızı doğmamıştı daha. Onun ışığı vursa bu karanlığa, belki göz araştırmaya başlar, anlamaya çalışır, anlardı da.”[3]

Tuhaf yargılar, olmayacak güçler, esasta uçucu ama pratikte sapasağlam duvarlar: türlü ideoloji ve zihniyet yapılarının kolektif ve bireysel başarısıdır bu tutsaklık. Nefretin, hurafelerin, önyargıların yarattığı sis tabakalarında bulanıklaşmış çevre, yol, doğa ve ilişkiler, dahası insanın kendi içi: karanlık. “Sevginin yıldızı” daha doğmamıştır, bu yıldızın ışığı karanlığa düştüğü vakit kişi “anlamakla”, kavramakla, görmekle, idrak etmekle, hissetmekle mükâfatlandırılacaktır… Sevginin meziyetleri arasında yer alan anlamak ve görmek safdil bir bağışlama, bol keseden bir merhamet, yerli yersiz bir şefkat, toplumsal ilişkilerden el etek çekme; kısacası siyasal bir pasifizm, işlenmiş ve işlenecek cürümleri hafife almak değildir. Nefretin gerisinde yatışmayan, çoğalıp genişleyen korkular vardır. Henüz yıldızı ışımasa da sevginin başlıca mücadelesi de nefreti çevreleyen bu korkulardır aslında: ister bireysel ister kolektif, hiç kimse saf bir nefretle hareket etmez, en yalıtık görünen bir nefret durumunun bile gerisinde çoğu zaman üretilmiş ve dolaşıma sokulmuş –genellikle de iktidarları besleyen- korkular, belli belirsiz kaygılar yer alır…

***

Edip Cansever 1976’da yayımlanan Ben Ruhi Bey Nasılım’da, “birbirinizi sevin” sözünü ciddi anlamda kısa devreye uğratan, bu slogan-tümcesinin hem kendi tarihsel zeminini hem de modern tezahürlerini yeniden tartışmaya açan, siyasal eğilimlerini sıkıntılı bölgelere sürükleyen “olmaz ki, kimse kimseyi sevemez / ama hiç kimse” dizelerini düşecektir. Politik olduğu kadar etik açıdan da skandal dizelerdir bunlar, ama estetik-düşünsel skandalların politik duyuştaki kireçlenmelere, yeti kayıplarına müdahalede bulunan bir yanları da var. “Ama hiç kimse” çıkışında sevginin trajik boyutlarını hasıraltı eden tahayyüllere –özellikle burjuva toplumdaki sevgi pratiklerine, içsel dramlardan yoksun “yaşam sevinci” söylemlerine- yönelik keskin bir itiraz yükselir. Hayal kırıklığına uğramış ya da sevgisiz kalmış bir öznenin sızlanışı, dogmatik bir noktaya çakılıp kalması değildir buradaki olumsuzlama: bu negatif tavırda ısrar, olumsuzu yoğunlaştırma işlemi, sevgisizliği yüceltme jesti kendi sevgisine öfke sayesinde varacaktır. Nefretin yeraltı müttefikleri (hınç, intikam, kin, haset, korku, tiksinti vb.) varsa sevginin de kendi sırasını bekleyen bir müttefiki var: öfke. Sevgi ve öfke arasındaki dolambaçlı ilişkinin şiiri olarak Ben Ruhi Bey Nasılım’ın açılış dizeleri:

“Gördün mü hiç suyun yanmasını suda

Gördüm ben bu yaşam boyu iniltiyi

Büyük bahçelerin küçük içinde

Saksılardan birinde

Gördüm de

Uyurken uyandırılmış gibi

Beni bir sardunya büyüttü belki.”

İniltiyi işitmeyip görmek, duyular arası yer değiştirmelere neden olan şey uyurken uyandırılma hali: derin bir rahatsızlık daha ilk dizelerde yürürlüktedir; hangi uykudan, hangi sınıfın rüyasından ya da “tarih kâbusu”ndan uyanıyordur Ruhi Bey, dahası uyandıran kim? “Kimse kimseyi sevemez / ama hiç kimse” itirazı “birbirinizi sevin” sözünün çağdaş formlarının karşısına yeni problemler yüklenerek çıkıyordur. Ne var ki, kendi hiddetini kuşanmış “kimse kimseyi sevemez” dizesi Hobbesçu düşmanlık söylemine, aşağıdakilerin nefret ve fenalık rejimlerine, kapitalist dünyanın rekabetçi işleyişine, oradan da sağ-faşist bir estetik duyuşa yakın düşmez, daha ziyade insandaki bir kapasite kaybına, kudret çekilmesine tekabül eder, yanı sıra kimi zor soruları da gündeme getirerek: insan sevmeye yeniden muktedir olabilir mi? Sevgi ve güç arasında ne türden bir ilişki var? Sevgi istencinin tazyikiyle cisimleşen bir öfkenin kendi siyasal bilincini edinmesi, dilini kurması mümkün müdür? Öfke tekil-bireysel bir koordinattan çoğul-kolektif bir koordinata nasıl geçer, bu esnada nefretin ayartma girişimlerine nasıl karşı koyar? Birbirine yapışmış, iç içe geçmiş, tanımsızlaşmış duyguların katalizörü olarak öfkenin ifade biçimlerinde sevginin yeri neresidir, şiddet hangi yakada durur? “Kimse kimseyi sevemez” sözü “birbirinizi sevin” ile hangi noktalarda buluşabilir, hiç değilse hangi eşiklerde birbirleriyle bakışabilir? Çoğaltılabilir tüm bu sorular bir yerde toparlanırsa: sahi kimdir bu Ruhi Bey; yıkıcı öfkesinde sevginin hangi bekletilmiş, mahcup düşürülmüş cevheri ışıldar?


[1] Ulus Baker, Fragmanlar, İstanbul: Birikim Yayınları.

[2] Ayhan Geçgin, “Karanlık Oda (VI): Hayvan, İnsan”, K24.

[3] Oktay Rifat, Danaburnu, İstanbul: YKY, 2020, s. 169.