Bir zamanlar “Komintern” vardı — “Communist International’in kısaltılmış adı. Dünya savaşında, Sovyetler’in Stalingrad zaferinden sonra, Stalin eliyle lağvedildi. Neden? Hem de böyle bir olayın ardından? Stalin savaşta zaferi izlemesini beklediği gelişmeler sırasında kapitalist dünya ile mümkün olduğu kadar iyi ilişkiler içinde görünmek istiyordu. Böylece, kapitalizme karşı bir güç ve bir tehdit kabul edilen Komintern’i, bir varlık olmaktan çıkarıyordu. Bunu, “kapintern”e (yani “kapitalist enternasyonal”) giden yolda tarihî önemi olan bir eylem olarak değerlendirebiliriz. Amacı kapitalizmi yıkmak olan, işçi sınıfının uluslararası örgütü olmak üzere “Enternasyonal” Marx’ın fikri ve projesiydi. Bu “lağvetme” noktasına varana kadar Stalin, 1917 Devrimi’ni yapmış ülkenin siyasi önderi olmanın verdiği prestijle Enternasyonal’i de hallaç pamuğuna döndürmüştü zaten. Son darbeyi de vurmuş oldu.
Onun için bugünün dünyasında Komintern’in yerini Kapintern’in aldığını söylüyorum. Bu sahici bir örgüt falan değil tabii, bir “ruh hali”, bir “ideolojik koşullanma”. Kapitalizmin bu dünyanın efendisi olduğunun kabulü; bu anlamda da Fukuyama’nın adını koyduğu “tarihin sonu”.
T24’te bu hafta yayımlanan yazımda bu görüşü geçerli görmediğimi belirtmiştim: evet, kapitalizm istediği, istemek zorunda olduğu “rakipsizlik” konumuna oturmuş gibi görünüyor. Ama eğer kapitalizmin ciddiye alınır bir rakibi yoksa, bugün bizlere endişe veren olayların, gelişmelerin sorumlusu da kapitalizm olmalı. Bunlara dediğim o yazıda değindiğim için şimdi yeniden onlara girmek istemiyorum. Geçmişte, belirli bir kampın gözlüğüyle dünyayı kolaçan eden biri Sovyetler Birliği’nin ve orda uygulanan “komünist sistem”in dünya açısından bir felaket olduğunu söyleyebilirdi (çok matah bir şey olduğunu iddia edecek değilim). Peki, şimdi Ukrayna’yı gözünü kırpmadan yakıp yıkan ve gereğinde nükleer silahları da devreye sokabileceğini ilan eden Vladimir Putin’in yönetiminde Rusya dünyanın barışçıl geleceğinin bir teminatı mı?
Sosyalizmin insanlığa sunduğu “siyasi” ufuk bir felaketti. Bugünün dünyasında yeşeren sağ popülist dalganın daha aydınlık bir gelecek vaat ettiğini söyleyebilir miyiz? Kapitalist Enternasyonal’in egemen olduğu bir dünyada daha demokratik bir hayat yaşamayı hayal edebilir miyiz? Orban’da mı, Trump’ta mı, bunların hangisinde bulacağız böyle bir demokrasiyi?
Bu kafada önderlerin oluşturduğu yeni lige de isterseniz “Popintern” diyelim. Bunun nasıl işlediğini görmek için gözümüzü uzaklara çevirmemiz de gerekmiyor. Bolsonaro ne yapıyor, Modi en son ne dedi, ne yaptı, bunlar çok önemli olmaktan çıktı. Bütün bu “popülist” önderler kendi tarihlerinin ve ortamlarının uyguladıkları popülist politikayı meşru gösterecek “yerli ve milli” malzemeyi tepe tepe kullanıyorlar. Ama bunlar hepsinde ortak olan birkaç motif karşısında önemli olmaktan çıkıyor. Hinduizm ayrı, İslamiyet ayrı elbette. Ama birinin Hinduizm adına, berikinin İslamiyet adına yaptıkları üç aşağı, beş yukarı, aynı. Dolayısıyla sadece Tayyip Erdoğan’ı izleyerek popülizmin dünyada nasıl bir seyir tutturduğu konusunda oldukça makul bir fikir sahibi olabilirsiniz.
Onlar benzeşiyorlar, ama her birinin kendi koşullarında karşılarında buldukları “muhalefet” de benzeşiyor. “Nerede benzeşiyor?” diye soracak olursak, galiba öncelikle “etkisiz” olmalarında demek gerek. Eski dünyanın yaptığı yanlışlar, yarattığı hayal kırıklıkları bu yeni dalgaya tesbiti, analizi hiç de kolay olmayan, derinlerde seyreden bir geçerlilik, haklılık kazandırıyor. Bu anlamda bu popülist dalga henüz dinamizmini tüketmedi; gene Türkiye’deki duruma bakıp genel hakkında fikir edinebiliriz — ya da, sözgelişi Bolsonaro olayına bakıp Türkiye hakkında tahmin yürütebiliriz.
Dinamizmini tüketmedi. Karşısına “muhalefet” olarak çıkanlar tutarlı ve inandırıcı bir “farklı gelecek” imgesi, vizyonu sunmakta başarısızlıklarını sürdürdükleri sürece tüketmez de.
Bu vizyon nasıl bir şey? “Demokrasi” denince bir şeyler anlıyor, bir şeyleri görür gibi oluyoruz. Geçmişe bakınca bu görür gibi olduğumuz şeye doğru mesafe almayı nelerin, niçin engel olduğunu, nelerin gidiş yolunu saptırdığını da görebiliriz. Bu konuşma çerçevesinde yalnızca bir noktayı vurgulamakla yetineceğim: dünyada ihtiyaç duyduğumuz şey, bir “restorasyon” değil. “Yeni” bir şey. Amerika’nın Donald Trump adında bir felaketin adını duymamış olduğu, “Masumiyet Çağı” diyebileceğimiz bir zamana (böyle bir “Aden Bahçesi”ne) dönmek değil sorun: Donald Trump’ın gayet somut bir şekilde “olduğu”, iktidarda gösterdiği ferasete rağmen son seçimde bildiğimiz oranda oy almayı başardığı, bugün hâlâ Amerika’da yığınla insanın yeni marifetler göstermesini beklediği bir gerçeklik dünyasında oluşturulması zorunlu olan bir demokrasi projesi ile ortaya çıkmak gerekiyor.
Ayrıca, bu bir “dünya dayanışması” içinde yapılmalı. Çünkü aslında bu da bir “dünya savaşı”.