İnsan Hakları, İnsan Onuru
Tanıl Bora

10 Aralık, -1948'de İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin kabul edilişinin yıldönümü-, İnsan Hakları Günü idi; İnsan Hakları Haftası'nın içindeyiz.

İnsan hakları savunucularının mesaisinin önemli bir kısmı, bizzat insan hakları savunucularını koruma gayretine gidiyor. Dün, hak savunucusu Göç İzleme Derneği üyelerinin duruşması vardı.  Sadece Türkiye'de değil dünya sathında insan hakları hareketinin müstesna bir üyesi olan -sadece İstanbul Protokolü'nün oluşumuna [2] katkısı yeter- Prof. Şebnem Korur Fincancı, haftaya cuma, 23 Aralık'ta mahkemeye çıkacak. Daha nice örnek var.

İnsan hakları savunucuları, fıtraten, devletlerce suçlu görülür, gösterilirler. Tanım gereği "şiddet tekeli" mevkiinde olan devletle uğraşmak zorundadırlar, tanım gereği devleti muhatap almak durumundadırlar - bu da onların "devlet düşmanı" ve "terör" torbasına tıkıştırılmalarına yetiyor. Türkiye'de bu bakımdan zaten güçlü bir "devlet geleneğine" sahibiz.

***

İnsan hakları savunucuları sadece buralarda değil, bütün dünyada nüfuz kaybına uğradılar. İnsan hakları, bir norm sistemi olarak, geçerliliğini resmen kaybetmese de alabildiğine içi boşaldı, tesirsizleşti. Marksist hukuk bilimci Costas Douzinas, henüz 2000 yılında, kavramın mihrabı henüz yerindeyken, insan hakları söylemindeki sinizme işaret etmişti.[3] 2010'da, mihraptaki çatlaklar artık görünürken, politik angajmanıyla değil âlimliğiyle öne çıkan Samuel Moyn,  Son Ütopya: Tarihte İnsan Hakları kitabında, insan haklarının yiten devrim umudunun "minimal" bir telâfisi veya ikamesi olarak güçlendiğini, fakat hızla ters teperek bürokratikleştiğini, 'donduğunu,' ulus-devletlerce 'ele geçirildiğini' anlattı.[4] Uluslararası ilişkiler âlimi Stephen Hopoods'un 2013'te yayımlanan kitabı da "geçmiş olsun" havasındadır: Endtimes of Human Rights - İnsan Haklarının Ahir Zamanları. O, insan haklarının erozyonunu, Çin ve Hindistan'ın yanısıra -Türkiye'nin de dahil olduğu- orta büyüklükteki hızlı kalkınan devletlerdeki otoriter popülist rejimlerin güçlenmesine bağlıyor.

"İnsan Haklarının Ahir Zamanları" kitabını eleştiren bazı insan hakları savunucularına göre, otoriter popülist rejimlerin insan haklarına karşı devlet hükümranlığını ve iç işlerine karıştırmama "ilkesini" göndere çekmelerinde, bizzat "Batı"nın da sorumluluğu var. ABD önderliğindeki Batı ittifakının Irak müdahalesi ve 11 Eylül sonrası "global anti-terör" stratejisi, insan hakları kavramının güç siyasetince araçsallaştırılmasıyla ve “çift standart”ıyla ilgili vahim bir örnek yarattı.

Devlet politikalarından öte, insan hakları duyarlılığında büyük bir aşınma, dünyanın her yerinde gözleniyor. Bosna kırımı üzerine yazan David Rieff, “Dünya kamuoyu Auschwitz’den haberdar olsaydı Holokost gerçekleşemezdi” fikrinin berhava olduğunu söylemişti. Hele bugün, pornografiye dönüşen vahşet görüntüleri sağanağı, nasıl dehşet ve infial yaratabilir ki? Hele, sanal, kurgu ve gerçeğin birbirine karıştığı hakikat-sonrası çığırında... Bir yerde, bir insan hakları örgütü için bağış toplayanların, petrole bulanmış bir Antarktik fokunu Kongo’da tecavüze uğramış bir kadından daha "şirin” bulanlarca refüze edildiğini okudum. İş hayırseverliğe, filantropiye kalınca zaten halimiz haraptır.

***

Uluslararası insan hakları hareketi içinde, kendi kabahatlerini de sorgulayan sesler duyuluyor. Nedir bunlar? Birisi, aşırı-yargısallaşma; bir insanlar hakları ihlâlinin varlığının ve çözümünün ancak yargı kararıyla kaim olduğu kabulünün yerleşmesi. Bir başka problem, bürokratikleşme, 'aşırı'-kurumlaşma; avara kasnak dönen bir "aktivizm" rutininin oluşması.[5] Buna da bağlı bir başka eksik, tabir caizse 'kahramanlık' eksikliği. (Bizim buralarda hiç eksikliğini çekmediğimiz bir şey!) Greenpeace’in Shell’in Kuzey denizindeki Brent Spar petrol platformunu işgal etmesi (1995), Cap Anamur örgütünün Akdeniz’de kendi gemisiyle 37 Afrikalı göçmeni "illegal" olarak kıyıya çıkartması kurtarması (2004) gibi sınırları zorlayan eylemlerin artık akla gelmemesini kastediyorlar.

Sosyalist bir insan hakları perspektifinin yeniden keşfinin gerektiğine dikkat çekenler de var. Kastedilen, bireysel negatif haklara (düşünce-ifade-inanç, mülkiyet özgürlüğü) sıkışmayan; ekonomik eşitsizliği, ekolojik yıkımı aslî insan hakları meseleleri olarak alan, ikinci kuşak haklar kategorisinde sayılan sosyal haklara birincil önem atfeden bir yönelimdir. Carî ana akım insan hakları anlayışının, neoliberal yönetişim zihniyetiyle gayet rahat kabil-i telif olmasının getirdiği kısırlaşmaya, sosyalist olmayan insan hakları savunucuları da dikkat çekiyorlar. Müesses sendikal çerçeveye sığmayan emekçi hareketlerinin, hak mücadelelerini bir yandan da muhakkak haysiyet mücadelesi olarak tanımlamaları, boşuna değil.

***

Konuştuğumuz sebeplerle de alâkasız olmayan insan hakları duyarlılığı erimesi ya da kıtlığı, başlıbaşına önemli bir sorun değil mi? İnsanları aşağılamanın sosyal medyanın da 'imkânlarıyla' yaygınlaştığını, birilerini "insandan" saymamanın kolaylaştığını görüyoruz. İnsanlara eziyetin, işkencenin, insanları katletmenin, bazen şakayla karışık, siyasî fanteziler gibi, ciddiyetin eşiğinde, zevkle dillendirildiğini, kâh haber videolarında kâh fiction, merakla seyredildiğini görüyoruz... Devlet yöneticileri insanlar hakkında "onlar insan değil" hükmü verebiliyor, işkenceden, kıtalden adeta vaat makamında söz edebiliyorlar. Trump'ın ABD Başkanı iken mültecilerden "ne kadar berbat olduklarına inanamazsınız, bunlar insan değil, hayvan," gibi lâflarla bahsetmesi... Bolsonaro'nun Brezilya devlet başkanı iken işkenceyi "şiddete karşı şiddete mücadele edilir"le, yargısız infazları "öldürmeyen polis sahici polis değildir"le meşrulaştırması... Filipinler devlet başkanı Duterte'nin üstelik "Hitler üç milyon Yahudiyi öldürdü" gibi müstehcen bir mukayeseyle, "ben de üç milyon uyuşturucu müptelasını öldüreceğim" vaadinde bulunması...

Kısacası, bazı-insanı-insandan-saymama 'söyleminin,' bazen şakaya boğarak, bazen ciddiyetle, normalleştiği zamanlardayız. Faşizan popülist söylem kendi "millet"inin haricine fırlattığı "yerli hainleri," "yabancıları," "mültecileri," her nevi "öteki" kategorisini, insandan hariç sayıyor.

İnsan onurunu tanımayan bir söylemdir bu. İnsan onuru insan haklarının cevheri olduğuna göre, bu insan haklarını hiçleştirecek, insan haklarını içi boş bir lâf olarak bile boşa düşürecek bir tehdittir.[6]

Bu vahamet karşısında bir "agresif hümanizm" gereğinden bahseden bir eleştiriye rastladım.[7] Kastettiği, burada da bahsettiğim "kahramanlık" eksiğini gidermeye ve bürokratikleşmeyi-rutinleşmeyi, aşırı-yargısallaşmayı aşmaya dönük bir eylemcilik performansı, aslında. Bu "agresif hümanizmi," insan onuruna, insanın insan olmaktan gelen değerine, hak-sahibi-olma-hakkına kararlılıkla sarılmak olarak da yorumlamalı. Başka bir vesileyle, bir çeşit insan hakları popülizminden söz etmiştim.[8] Sağcı popülizmin hamasetine karşı, insan onuru namına konuşarak, evet, insaniyet hamasetiyle misliyle mukabele etmeyi kastediyorum. İnsan hakları ve insan onurunu, sadece 'hukuk tekniği' ilmihaliyle değil, duyguyla da propaganda etmeyi kastediyorum. İnsan onurunu çiğnemenin en büyük zillet olduğunu yüze çarpmayı kastediyorum. "İnsana bu yapılmaz... insan onuruna sığmaz!" infiâlini kastediyorum. En yalını, sadesi; insan hakları ve insan onuru kavramlarını popülerleştirmeyi kastediyorum.


[1] Yazıya katkıları için Işıl Kurnaz'a teşekkür borçluyum.

[2] https://birikimdergisi.com/haftalik/10237/istanbul-sozlesmesi-istanbul-protokolu

[3] İnsan Haklarının Sonu.  Çev. Umre Deniz Tuna, Dipnot Yayınları, Ankara 2018.

[4] Çev. Firdevs Ev, Koç Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2017, s. 14 ve 181 vd.

[5] https://birikimdergisi.com/haftalik/10371/aktivizm

[6] Nilgün Toker'in, epeydir, altını koyu koyu çizdiği mesele.

[7] https://politicalbeauty.de/aggressiver-humanismus.html

[8] https://birikimdergisi.com/haftalik/9807/sol-populizm-4-ve-darwinci-sol