Seçmenler Siyasete Dahil mi?
Polat S. Alpman

Seçmenleri siyasi rasyonaliteye davet eden her çağrının dikkatle irdelenmesinden tarafım.

Ahmaklık sınırındaki iyimserliğe ya da siniklik bahanesi olan kötümserliğe yol açan her önermeyi, şüpheyi elden bırakmadan değerlendirmeye çalışıyorum. Ancak Türkiye’yi izlerken kötümserliğe kapılmamak, duyguları fikir gibi dile getirmekten ve mümkünlerin çoğulluğunu tek seçeneğe indirgeyen çözümlerden kaçınmak gittikçe zorlaşıyor. Özellikle hükümetin/devletin uzun süredir artarak devam eden kıyıcılığı ve son olarak Ekrem İmamoğlu’na verilen siyasi yasak kararıyla birlikte seçmenlerin siyasi iradelerinin tanınmadığı yeni bir eşiğin de geçilmiş olduğu düşünüldüğünde bunun nedenlerini anlamak zor değil. Sıklıkla ifade edildiği gibi HDP’ye oy veren seçmenlerin siyasi iradelerinin tanınmamasının ardından sıra İstanbul gibi metropol bir kentin de siyasi iradesinin tanınmadığı bir aşamaya gelmiş oldu.

CHP-İYİ Parti ittifakının kırılgan olduğu iddialarını bir kenara bıraksak bile aralarındaki sorunların siyasi alanda herhangi bir ivmeye neden olmadığı söylenebilir. Yine bu partilerin toplumun mühim bir çoğunluğunun itirazlarını örgütleyemediği, sesini duyurmaya çalışan işçileri, öğrencileri, kadınları, meslek gruplarını ya da diğer siyasi partileri ve sivil toplum örgütlerini sadece Millet İttifakı’nı desteklemekle vazifeli kıldıklarını da biliyoruz. Sinir bozucu ama vaziyet bu. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bütün devlete nüfuz eden devasa cüssesi karşısında yurttaş/seçmen iradesinin ve izzetinin böylesine hor görülmesini kolaylaştıran bu muhalefet tekniğinin eleştirilmesine hak vermek gerekir. Bu nedenle Ekrem Bey’e verilen cezanın adaylık tartışmalarını başka bir düzeye çekmesi ve muhalefet blokunu hareketlendirmiş olması, en azından muhalif seçmenlerin siyasi iradelerini beyan edebilmeleri için önemli bir gelişme oldu. Böylece Masa’daki liderlerin, seçmenleri ısrarla siyasal alanın kenarında tutmak için sergiledikleri çabadan bir nebze olsun sıyrılıp muhalefete dikkat kesilen seçmenlerin kanaatlerini yönlendirmek gerektiğini hatırladılar.

Bir süredir Kılıçdaroğlu-Akşener, Kılıçdaroğlu-İmamoğlucular arasında cereyan eden gerilimli tartışmaların nedeni de yurttaşların/seçmenlerin epeydir ve inatla görmezden gelinmesi ve sıklıkla (sineye çekmek, tepki vermemek anlamında) sağduyulu olmaya, seçimleri beklemeye ve sadece sandıkları korumaya -dikkat buyurun- iktidar bloku tarafından değil, bizzat muhalefet tarafından ikna edilmiş olmalarıdır. Bunun nedenlerini anlamak birçoğumuz için zor değil, mevcut iktidar bloku karşılaştığı itirazları baskı ve cebirle ortadan kaldırmaya çalışıyor ve bu, rejimin niteliğini de belirliyor. Ancak bu nedenlerle mücadele etmek, kişilerin ya da grupların iktidarlarının ya da meşru yetkilerinin ve güçlerinin anayasal haklarını kullanan yurttaşlara kastetmeye yeltenmesinin önüne geçmek ve kamuoyunu bunun için örgütlemek de muhalefetteki siyasi partilerin görevi değil mi? ‘Bunlar Türkiye için geçersizdir’ diye düşünüyorsanız, iktidarı ancak otoriterleşerek elinde tutabilen bu blok karşısında toplumu savunamayan, bu konuda isteksiz olan ve hatta çoğu zaman alenen savunmamayı tercih eden bir muhalefet pratiğinden söz etmemiz gerekir ki, Türkiye’deki genel manzara bundan pek farklı değil. Oysa, oy verdikleri ya da vermeleri muhtemel partiler fark etmez, seçmenlerin büyük çoğunluğunun talepleri epey bir süredir iktidar blokunun talepleriyle örtüşmüyor. Halen iktidar blokunu destekliyor olsa dahi onların siyasi dayatmalarından çıkmak için bir yol aradıkları da sır değil. Diğer taraftan sayıları her geçen gün artan ve Erdoğan rejiminden illallah etmiş koskoca bir seçmen grubu da var.

Bir hatırlatmayla devam edelim. Türkiye’de AKP-MHP iktidarına iradesini teslim etmemekte direnenlerin niceliksel oranı küçümsenmemeli. Giderek kalabalıklaşan ve örgütlenmeye epey hazır bir seçmen grubundan söz ediyoruz ve bu seçmenler neredeyse en başından beri AKP hükümetlerinin, 2016’dan beri AKP-MHP iktidarının meşru güçlerini suiistimal ederek baskı altına almaktan imtina etmedikleri heterojen ve farklı demografik özelliklere sahip seçmenlerden oluşuyor. Devletin bütün kurumlarıyla bastırmasına rağmen dönüştürülemeyen, tam aksine, bunu kendi yaşamlarına ve benliklerine yönelik bir saldırı olarak yorumlayan ve buna siyasi bir karşılık vermenin yollarını arayan sıradan kişiler.

Bu durum halen devam ediyor, çünkü iktidar olmaktan gelen devlet gücünün apaçık ve pervasız şiddetine ve baskısına karşı direnen ve teslim olmayan, herhangi bir siyasi programı olmamasına rağmen ne istemediği konusunda gayet açık olan seçmenler çeşitli deneyler yaparak kendi yollarını arıyor. Bunun bir ucunun, dozu daha da artan milliyetçilik ve dahası faşizm bataklığına çıkmasının her zaman ihtimal dahilinde olduğunu unutmayalım. Ancak sadece ulusal ve uluslararası sermayeyi değil, camiyi, kışlayı, medyayı, üniversiteyi ve bürokrasiyi kendi partisinde, partiyi de şahsında birleştirmiş ve bütün bu kesimlerin çıkarlarını kendi çıkarına bağlamış birinin devasa cüssesi karşısında sıradan kişilerin, bütün zayıflıklarına rağmen, teslim olmaması öyle kolayca görmezden gelinip küçümsenecek bir şey değil. Bu, meselenin bir boyutu.

Meselenin diğer boyutu ise seçime doğru giderken yeni baskı silsilelerinin yaşanacak olmasıdır. Akla ilk gelen HDP’nin kapatılması, başörtüsünün referanduma dönüştürülmesi ve İmamoğlu’na verilen ceza ile hem İBB’nin AKP’ye devredilmesi hem de Erdoğan’ın kendisi için ciddi bir rakip olarak gördüğü Ekrem Bey’i devreden çıkartmasıyla ilgili yapılan akıl yürütmeler. Bunları hepsi ve daha fazlası Türkiye için mümkün senaryolar, ne de olsa iktidarın kendisi dışında bir rakibi yok. Yaptıkları ve yapacakları kendisini, etki gücünü ve meşruiyetini aşındırırken sürekli daha fazla cebir ve baskı kullanmasına neden oluyor. Haliyle, İmamoğlu’na verilen ceza da Erdoğan’ın yapabileceklerinin yeni bir sınır eşiği olarak belirlendi.

İmamoğlu’na verilen cezanın Erdoğan için büyük bir hata olduğu, bunun kendisine geri tepeceği ve benzeri yorumları çoğumuz dinledik. Oysa seçmenleri siyasal alanın kenarında tutmaya çalışıp onları oy vazifelisi gibi kullanmaya çalışmak ne kadar hatalıysa seçmenleri ahlaki özneler olarak değerlendirmek de o kadar hatalı. Elbette seçmenlerin değerlerine seslenmenin tamamen önemsiz olduğunu söylemiyorum, sadece seçmenleri ahlaki tercihlerde bulunmaya davet etmenin zannedildiği kadar etkili ve belirleyici olmadığını öne sürüyorum.

Türkiye’deki seçmenlerin sahip olduklarını iddia ettikleri değerler (tutumlar) ile siyasi davranışları ve tercihleri genellikle örtüşmüyor. “Çalıyorlar ama çalışıyorlar” klişesine kadar gitmemize gerek yok, konu sadece çalmak ya da yolsuzlukla ilgili değil, çok daha katmanlı bir mesele. Dolayısıyla Erdoğan’ın İmamoğlu’nu siyasal alanın dışına itmeye karar vermesinin ters tepeceğini, Erdoğan’a destek veren seçmenlerin ondan yüz çevireceğini beklemek iyimser bir yorum. [1] Bunu Erdoğan’ın zayıflığı olarak gören ve ondan uzaklaşan bir kesim olacaktır elbette, ancak oranı ne olur, kestirmek zor. Eğer bu varsayım doğruysa, Erdoğan’ın şahsında beliren ve her şeyi mezceden bu kesafetten seçmenleri ahlakiliğe davet ederek ya da onların “bu kadar da olmaz ki canım!” demelerine güvenerek kurtulmayı hedefleyen bir siyasi stratejiye güvenmek pek kolay değil.

Bu nedenle bazı siyaset yorumcularının, gazetecilerin ve sosyal medya kullanıcılarının Ekrem Bey’e verilen siyasi yasak cezasını neredeyse kutlamaya kalkıp kendisinin siyasi ikbali için bunun ön açıcı bir karar olduğu ve önünde Cumhurbaşkanlığı makamına giden yolun en önemli taşlarından birinin bizzat Erdoğan tarafından döşendiği şeklindeki görüşlerine katılmak çok zor. Açıkçası böylesi görüşleri ifade edenlerin Türkiye’de devletin, siyasal alanın ve toplumun niteliğine ilişkin değişimleri takip etmek konusunda isteksiz olduklarını düşünüyorum. Hele bunu Erdoğan’a verilen siyasi yasakla karşılaştırmak hepten hatalı. Erdoğan’a siyasi yasak verilen Türkiye’yi Erdoğan yönetmiyordu, İmamoğlu’na siyasi yasak verilen Türkiye’yi ise Erdoğan yönetiyor.

Bu nedenle adaylık tartışmaları, iki adaydan birini tercih etmek şeklinde sürdürüldüğünde bunun kazananı yine Erdoğan olacaktır gibi görünüyor. Siyaseten neyin doğru (oy getiren) ve neyin yanlış (oy kaybettiren) olduğu konusunda kanaatlerimizi çarpıştırmaya devam edebiliriz. Ancak Türkiye’deki rejimin rekabetçi otoriterlik aşamasını geçtiğini, en azından sınırlarını epey zorladığını kabul etmemiz gerekir. Böylesi koşullar altında seçmenlerin iradesini hatırlamak, onları siyasi özneler olarak siyasal alana/eyleme davet etmek, inisiyatif almaya çağırmak ve adaylık tartışmalarında cephe tutmak yerine bunun için kamuoyu oluşturmak daha etkili olmaz mı? Ya da şöyle soralım, olası herhangi bir adaya yönelik duygusal bağlılığınızı rasyonelleştirmek yerine başka tür bir siyasi ilişkilenmenin yollarını tartışmak daha sonuç alıcı olmaz mı?

Bugünkü Türkiye büyük ölçüde çözülmüş, anomikleşmiş, kendisini bir arada tutan sosyal bağlar bizzat devlet eliyle ve teşvikiyle, büyük bir hırs ve gayretle aşındırılmış çeşitli gruplardan oluşuyor ve bugün, Türkiye’deki seçim sürecini ve mücadelesini adayın kim olacağına ve nihayetinde adaya indirgeyen tartışmaların dışına çıkan ve bundan fazlasını hakkettiğimizi farkında olduğuna bizi inandıran siyasi vaat-muhatap arayışındayız. Bunu görmezden gelen, bunu küçümseyen ve hafife alan siyasi girişimlerin ve projelerin başarılı olmak şöyle dursun, devlet tarafından ezilip geçilmelerinin önünde -kelimenin gerçek anlamıyla- hiçbir engel yok. Gelinen aşamanın seçimlerle ilgisi epey zayıf, bambaşka dinamikler iktidar elitlerinin tercihlerine yön veriyor ve onların dikkate almadığı ilk şey seçmenler ve onlara çıkarcı kalabalıklar muamelesi yapmaktan çekinmiyor. Peki, muhalefetin bu konudaki tavrı ne, onlar da kendi siyasi ikballerini adaylık tartışmalarına mı endeksleyecekler? Hem de kader muhalefeti iktidar olmaya zorlarken…

Bu seçimlerin kaybedilmesi (ne denilmek istendiği biraz muğlak olsa da) her şeyin bittiği anlamına gelmiyor, bunu kabul etmek on yıllardır her türlü baskıya rağmen iktidarın diktiği elbiseye girmeyen seçmenlere haksızlık olur. Ancak seçimlerin kazanılması da her şeyin bittiği anlamına gelmiyor. Hiçbir şeyin bittiği, biteceği falan yok. Sadece yeni bir şeylerin başlaması için toplumun siyasi iradesi var. Bu iradeyi adaylık tartışmalarıyla heba etmek yerine bir adaydan çok daha fazlasını vaat eden bir iktidar alternatifin mümkün olduğunun gösterilmesi lazım. Altılı Masa’nın tamamı değilse bile CHP-İYİ Parti bunu gerçekleştirmekle yükümlü olduklarını, bunun farkında oldukları göstermek zorundadır.


[1] Örneğin Erdoğan İstanbul yerel seçimlerini iptal ettirdiğinde yapılan ikinci seçimin sonucunu belirleyen şey Binali Yıldırım’a oy verenlerin bu siyasi irade gaspına ahlaki gerekçelerle itiraz edip İmamoğlu’na oy vermeleri değildi. İkinci seçimde Yıldırım’ın oyu sadece yüzde beş (%5) azalmıştı, geri kalan %95 yine aynı adaya oy vermişti. Ekrem İmamoğlu’nun oyu ise yüzde on beş (%15) artmıştı. Demek ki, ilk seçimde Yıldırım’a oy verenlerin %95’i bu haksızlık karşısında İmamoğlu’nu desteklemek yerine tekrar Yıldırım’a oy vermiş, ancak bir önceki seçimde oy kullanmamış olan bir seçmen grubu İmamoğlu desteklemiş. Burada tayin edici, belirleyici faktörlerin başında ne geldiğini tartışabiliriz, ancak mağdurun yanında olmak ya da ahlaki tercihlerde bulunmak hiç de iddia edildiği gibi Türkiye’deki seçmenlerin temel seçmen niteliklerinden biri değil.