Kısa ve Acıklı bir Psikiyatri-Psikoloji Tarihi (2): Depresyon ve Panik Çağı
Erdoğan Özmen

Depresyon ve panik bozukluğun böylesine sıradanlaşıp yaygınlaştığı, ilkokul çocuklarından en yaşlımıza kadar hemen herkesin bir (ya da birkaç) anti-depresan ilaç kullanır olduğu günümüz insanlık durumunu en önemli siyasal/toplumsal sorunlarımızdan biri saymalıyız demek ki. Ya da şöyle sormalıyız: Bu korkunç depresyon ve panik bozukluk salgınını, bu “zihinsel sağlık vebasını”, bunca insanın, gencin ve çocuğun belli başlı zihinsel/ruhsal sorunlar nedeniyle bir psikotrop ilaç kullanmakta oluşunu nasıl oldu da kanıksadık, hiçbir itirazda bulunmadan kabullenir olduk? Depresyon ve anksiyete/panik yelpazesindeki sorunlar değil yalnızca, aynı zamanda madde bağımlılıkları başta olmak üzere çeşitli bağımlılıklar, yeme bozuklukları, kendine yönelik yıkıcılık ve saldırganlığın muhtelif biçimleri, rasgele şiddet pratikleri, cinsel kimlik karmaşaları, ilişki ve uyum sorunları, ve dikkat ve konsantrasyon güçlüğüne yol açan çeşitli durumların dehşet verici artışını nasıl anlamalı ve yorumlamalıyız? Bu durumların hiç olmazsa bazılarında nörolojik/organik/biyolojik/biyokimyasal bir temel bulunabilir kuşkusuz, ancak bu, söz konusu yaygınlığın nedenlerine ve oluş süreçlerine ilişkin anlamlı hiçbir şey söylemez. Bugün, o nedenlerin ve dolayısıyla ruhsal/zihinsel sağlık ve hastalık meselesinin siyasal bir çerçevede ele alınması ve siyasallaştırılması mecburiyeti vardır. Ve öyle görünüyor ki, bu müdahale için psikiyatri/psikoloji disiplini/aygıtı içinden herhangi bir irade ve arzunun ortaya çıkmasını beklemek boşunadır artık.

Tüm bu dönem boyunca çünkü, hakim psikiyatri/psikoloji disiplini ve aygıtı içinde bu konuya ilişkin herhangi bir heves, ilgi ve merak uyanmadı ne yazık ki. Oradaki bütün dikkat ve konsantrasyon hiçbir teorik arkaplana yaslanmayan -ateorik- tanımlayıcı bir yaklaşımla yeni hastalık kategorileri icat etmeye yönelmiş durumda. Öyle ki, psikopatoloji hayatın tamamını içerdiği, neredeyse her insanlık hali bir bozukluk/hastalık olarak tanımlandığı ölçüde, psikopatoloji kavramının asıl içerik ve anlamlarını kaybettik. Gerçek psikopatoloji ve kliniğin yaslanacağı her türlü temel ve özellik ortadan kalktı. Zaten kliniğin ve psikopatoloji alanının çeşitli felsefeler, dini ve metafizik öğretilerle istilası da aynı ateorik ve tanımlayıcı DSM yaklaşımının her türden metapsikolojik/yapısal teoriyi dışlaması yüzünden mümkün olmuş değil midir?

 *** 

Neoliberal kapitalist çağın mağluplarıyız hepimiz; mağlup, mağdur ve yorgunları. Ve tıpkı ağır çekim bir film sahnesinin temposuyla mütemadiyen derinleşen bu mağlubiyet ve çöküş, gündelik hayatın tüm alanlarına nüfuz etmiş ve hepimize musallat olmuş bir ilgisizlik ve kayıtsızlık tavrıyla iç içe ilerliyor, derinleşiyor. Yapışkan ve sinir bozucu bir sinizm eşliğinde. Her birimiz hemen her şeyin kötüye gittiğini, daha da kötüleşeceğini, çözüleceğini, dağılacağını biliyor, görüyor ama yine de bu konuda hiçbir şey yapılamayacağına inanıyoruz. Her anlamda giderek çölleşen ve içi boşalan bir dünya ve hayat karşısında hiçbir rol ve inisiyatif alamayacağımıza en baştan razı ve teslim olmuş haldeyiz.

“Dünyanın sonunu hayal etmenin kapitalizmin sonunu hayal etmekten daha kolay” olduğu uğursuz bir zaman bu.    

Toplumsal sınıfların, kuşakların ve cinsiyetlerin toplumdaki özgül konumlarını, sınırlarını, rol ve kaderlerini saptayan ve tahsis eden disiplin ve terbiye toplumunun, otorite ve yasaklar sisteminin çözülmesi ve ortadan kalkmasının ve ardından her birimize kendi olmayı, bireysel inisiyatifler ve seçimlerden müteşekkil bir enerji kütlesi gibi davranmayı teşvik eden ve buyuran günümüz neoliberal toplumunun ortaya çıkmasının bedelidir depresyon. “Kendi olmanın tüm sorumluluğunu üstlen!”, “kendi özgünlüğünü ve eşsiz potansiyellerini keşfet!”, “kendini, kendinin daima daha mükemmel bir versiyonunu geliştirmeye ada!”, “kendinin girişimcisi ol!”, “kendi olmanın ve kendini bilmenin ihtiyaçlarını ve nelere sahip olmak istediğini bilmeye ve bunları gerçekleştirmeye/başarmaya eşdeğer olduğunu unutma!”, “zevk al!” buyruklarının sersemleştirici etkisine işte bu sözümona özgürlük, gelip geçicilik ve hafiflik ikliminde maruz kalıyoruz. Bir özgürlük yanılsaması bu. Çünkü, artık kurtulduğumuzu sandığımız baskı, tabiyet ve zor ilişkilerini çoktan kendi içimizde yeniden kurmuş, üretmişizdir. Dahası tam da yukarıdaki buyruk ve görevler imkansız olduğu için, toplumun, ortaklığın, toplumsal bağların ve kolektif tüm yapıların parçalandığı ve dağıldığı bir zeminde onları bireysel çerçevede gerçekleştirmek zaten mümkün olmadığı için, kendimi tüm diğerlerinin karşısında konumlandırmamı gerektiren bireysel mutluluk ve başarı “eşyanın tabiatına” aykırı olduğu için, işe yaramazlık/başarısızlık/suçluluk hislerinin bütün varlığımızı kat ettiği bir sorumluluk ve mecburiyet hastalığıdır depresyon. Benden beklenen, kendimin de çoktan içselleştirdiği yeterliliğe/ölçüye/performansa sahip olamamanın, bu sorumluluğu/mecburiyeti yerine getirememenin sonucudur.

Freud’un nevroz için söylediği şeyi (“birey toplumun kendisine dayattığı engellenme/yoksunluk miktarını tolere edemediği için/ölçüde nevrotik olur”) biraz değiştirerek depresyona da uyarlayabiliriz demek ki: Kendimiz için her şeyin mümkün olduğu yanılsamasını tolere etmek zorunda kaldığımız için depresyona düşeriz. Demek, ihtiyaç ve yoksunluklarımızın neler olduğunu bilme, onları tatmin etmenin yöntem ve araçlarına ulaşma ve mutlu olma kapasitesine sahip olduğumuz ve bunun da sadece kişisel bir seçim ve başarı hikayesi olduğu yanılsamasını tolere etmek zorunda kaldığımız için. Bu yanılsama yüzündendir ki, sınırsız olasılıklar ve seçimler çağında bütün yolları deneyerek kendi bedensel ve ruhsal kapasitelerimizi mütemadiyen zorlamanın sonu, kendimize ve geleceğimize beslediğimiz ümidi ve inancı daha da kaybetmek, tam bir çökkünlük ve tükeniştir.

                                                               ***

Belki de asıl hikâye bambaşkadır. Tümüyle çaresiz ve güçsüz hissettiğimiz, kolektif bir duyarlılık ve eylemlilikle kendi kaderimizi tayin edebileceğimiz inancını bütünüyle kaybettiğimiz bir zamanda kendimizi savunmanın yegâne yoludur depresyon. Bir sığınak ve direnme biçimidir belki de. Tuhaf biçimde kendi var olma/var kalma dayanaklarını ve imkanlarını muhafaza etmenin, benlik değerine/onuruna yine de sahip çıkmanın bir biçimidir. Neoliberal performans ve rekabet etiği karşısında durmanın ve nihai insanlık kaidesini kaybetmemenin, kendimize inancımızı sürdürmenin biçimi. Kendince isyanın. Kendimizden ümidi kesmemenin biçimi…

Belki de depresyonun söylediklerini işitmenin bambaşka yolları vardır.