Seçim yaklaşıyor. Yirmi yıllık AKP saltanatının biteceğini kesinlikle söyleyemeyiz, ama sonucun böyle çıkması mümkün ve hatta muhtemel. AKP kendi ömründe şimdiye kadar yenilgiye bu kadar yakın durmamıştı, ama şimdi öyle ve kendisi de bunun farkında — bunun “telaşında” diyebiliriz.
Diyelim ki böyle oldu ve AKP seçimi kaybetti. Ne olacak? Yani, Tayyip Erdoğan’ın iktidarı ele geçirdikten sonra uyguladığı politikalarla yarattığı karşılıklı “düşmanlık” atmosferinde bu toplum nasıl bir “varoluş tarzı” (“modus vivendi”) bulacak — bulabilecek mi?
“Zor” diyeceğim. Düşmanlığı ayyuka çıkarmak, unutulmuş, küllenmiş küslükleri yeniden canlandırmak için bunca çabadan sonra bunlar olmamış gibi yaşamaya devam etmek kolay bir şey değil. Şu anda AKP’nin mutlaka zafer kazanmasına katkıda bulunmak için olmadık işler yapan bir dolu AKP militanı var, yargıcından taksicisine. Seçimi AKP kaybederse bunlar durup oturacak mı? Üstelik her türlü yasadışı fiili meşru saymaya başlamışken?
Bugünün muhalefet cephesinde bu gibi (ufukta biriken) sorunların farkında olanlar var. Bunlardan biri de Kemal Kılıçdaroğlu. Ama yatıp kalkıp “intikam” diyenlerin sayısının da az olduğu kanısında değilim.
Konunun kendisi de kolay değil. Laikler dindarlara soruyor: “Caminiz mi kapatıldı? Namaz kılmanız mı engellendi? Oruç tutmak mı yasaklandı? Nedir bu öfkeniz? Tamam, başörtüsü filan diye bazı tatsızlıklar oldu ama onları da aştık; daha ne?” Daha epey bir şey. İslamiyet öncelikle ve belirgin bir biçimde siyasi bir dindir. “Din herkesin kendi alanında gereğini yapacağı bir şeydir. Siyasette işi yoktur” denecek bir şey değildir. Ama “laik” der demez, Müslüman’ın siyasetle ilişiğini yasaklıyoruz. Yalnız “siyaset” değil, hayatın bütününü kapsar, düzenler. Tayyip Erdoğan faizi indirirken İslam akaidine uygun bir iş yapıyor. Sonuçlar ortada, yanlış bir uygulama. İyi de, İslam’a göre öyle değil. ”Selefi” dediğimiz adam yaptığı işleri kendi icat etmiş biri değil; “Kuran”da yazanı yerine getirmeye çalışan biri. Zina yapan kadını taşlayarak öldürmek orada yazıyor — Musevi akidesinde de olduğu gibi. Selefilik bir “Kuran yorumu” değil; tersine, “Yorum yapılamaz” demek.
Ben, bilindiği gibi, ateistim; hiçbir dine yakınlığım yoktur. Bir dinin kurallarına uyarak yaşamayı şiddetle reddederim. Ama bir insanın Müslüman olmayı seçme hakkına saygı duyarım ve ona nasıl Müslüman olacağını buyurma hakkını kendimde bulmam. Ona o kendisi karar verir. Bütün ideolojilerde olduğu gibi İslamiyet’te de birbirine uymayan hükümler vardır. Bir adam İslam’da bütün inançlara karşı hoşgörü olduğuna inanabilir ve metinleri karıştırdığında bu düşüncesine uygun mehazlar da bulabilir. Ama gene İslam’da, belirli bir yaştan sonra İslam’ı reddeden birini öldürmek meşru sayılmıştır. Müslüman olmuşların bir kısmı şimdiye kadar da bu tür bir İslam’ı benimsemiştir. Benimsemişse, elbette tartışılır v.b., ama “Hayır, öyle inanamazsın” denemez. Öyle düşünen biri, düşünmeyeni öldürebilir, “Ne yapalım, o da öyle düşünüyor” deyip geçemeyiz. Yasada yeri vardır, cezalandırılması gerekir. Ama öyle düşünmeye hakkı vardır (çünkü zaten yığınla insan öyle düşünüyor) ve başkalarını da öyle düşünmeye ikna etmek üzere çalışmaya da hakkı vardır. Laikler tartışmalı ve bunlara engel olacak bir düşünce yapısı oluşturmaya çalışmalıdır; ama bu şimdiye kadar yapıldığı gibi yasaklayarak olmaz. Yasaklamakla sonuç alamazsınız.
Dolayısıyla sorun kolay kolay çözülür bir sorun değil. Bir kesim insan, yakın tarihimiz boyunca, bu işin zamanla çözüleceğine inandı. “Dinlerin zamanı geçti” diye düşündü. “Laik bir düzen içinde yaşadıkça insanlar dinden medet ummaktan vazgeçerler.” Akla yakın geliyor ve bu toplumda din karşısında daha liberal denecek tavır alanlar genellikle böyle düşünenlerdi. Peki, böyle mi oldu? Hayır, böyle olmadı. Hem de “yeterince zaman geçti” diyeceğimiz bir tarihte, “yirmi birinci yüzyıla” girmişken, açıkça dinci parti iktidara geldi ve halen de orada. Demek bu iş öyle “zamanla” filan bitmiyor. Toplum denen karmaşık fenomen, bir eliyle Gülşen’i, öbür eliyle İsmail Ağa cemaatini var edebiliyor. İsmail Ağa cemaati, Gülşen’i hapse atabiliyor.
Birtakım badireler yaşayacağız. Bu kesin. Ama ne kadar tahribatla ve ne kadar zamanda bunlardan yakamızı kurtarabiliriz — kurtarabilir miyiz? Bunları bugünden bilemiyoruz. Büyük felaketler patlak vermeden bu iktidarın değişeceğini varsayalım. Bu toplumda iki ayrı “millet” olarak yaşayan bu iki kesimi “tek millet” haline getirecek bir program gerek. Tayyip Erdoğan “İslamcı siyaset” dediğimiz, kendi içinde oldukça geniş yelpazede özel bir yer tutuyor. Daha önceleri de yazdığım gibi “alternatifi olmayan” bir çizgi değil bu. Tersine, İslamcılık için de sakıncalı, uzun vadede huzur vaad etmeyen bir seçenek. Şu anda Erdoğan tarzı siyaseti reddeden, buna başkaldırdığı görünen partiler ve AKP’nin kendi içinden çıkmış kişiler, çizgiler var; ortaya çıkmamış çok kişi olduğunu da tahmin ediyorum. Bir uzun vadeli “barışma” sürecinde onlara son derece önemli bir rol düştüğü kanısındayım.
Sorun “karşı taraf”ı yok etmek değil. İç Savaş yaşamış bir Amerika Birleşik Devletleri örneği var dünyada. Onları da “Kuzey/Güney” diye ayıran sorun kolay çözülür bir sorun değildi — nitekim kolay çözülmedi. Dünya tarihinin en kanlı savaşlarından biridir. Savaşın sona ermesiyle girilen dönem de bu ülkeye kısa vadede mutluluk, doyum getirmedi. “İntikam”, “cezalandırma” gibi uygulamalar, “halı-heybeliler” türü sömürü biçimleri eksik olmadı. Anısı hâlâ canlı, ektiği düşmanlık tohumları büsbütün yok olup gitmiş değil. Ama Güney’in devletlerinde Güney’in sevdiği adamların, örneğin General Lee’nin heykelleri de eksik değil. Savaştan sonra, Güney’in başkanlığını yapmış olan Jefferson Davis birkaç yıl hapiste tutuldu ve yargılandı ama yanılmıyorsam üçüncü yılda serbest bırakıldı ve yirmi küsur yıl daha özgürlük içinde yaşadı. Birçok kere Avrupa’ya gitti geldi. Dolayısıyla Kuzey ve Güney yavaş yavaş barışmanın yolunu buldu. Farklılıklar hâlâ var, ama 1860 koşullarını yeniden canlandıracak boyutlarda sorun yok.
Yani, barışma yönünde bir “irade” varsa, sorunlar yumuşatılabilir, diyalog kurulabilir. Ama başka birçok toplumda da olduğu gibi bizim siyasi geleneğimizde “sorunu çözmek” sorunu çıkardığını düşündüğümüz tarafın sırtüstü yıkılıp aman dilemesi olarak anlaşılır. Bu ise herhangi bir şeyi çözmez, varolan sorunun zaman içinde eklenen yenileriyle dallanıp budaklanmasını getirir. Bu mantıkla yirmi ikinci yüzyıla da İslamcılık/laiklik itişmeleriyle girebiliriz.
Elbette şu dönem boyunca Tayyip Erdoğan diktatoryasının yargı kararlarını birlikte biçimlendirmiş savcı ve yargıçlara hukuk ödülü vermeyi geçirmiyorum aklımdan. Elbette “Beşli Çete” diye adlandırılan ve sayılarının çok daha fazla olduğundan şüphe duyulmayacak ekonomik zevata da “başarılı iş adamı” madalyası takmayı önermeyeceğim. Ama bu Erdoğan saltanatının sona ermesiyle başlayacak olan yeni dönemin bir barışma dönemi olmasının gereğine inanıyorum. Tayyip Erdoğan’ın yarattığı tahribatın derinliğini ve yaygınlığını görüyorum; onun için de, başta bu yarık olmak üzere, Türkiye’nin kutuplaştırmalarını giderecek kapsamlı ve içtenlikli bir barış pratiği ve kültürü yaratmamız gereğini daha sıkı benimsiyorum.