Biz Türkiye’nin “vatanperver” yurttaşları hayatımızı son kertede belirleyen güçlü bir devletin varlığını tanımış, kabul etmiş kişileriz — daha doğrusu kişilerdik. Bu devletimizin zevale uğramaması için niyaz ederdik. “Zeval” nedir, pek bilmezdik ama özellikle devletin uğramaması gereken bir şey olduğunu anlıyorduk. Devletimiz otoriter ve şefkatli bir “baba”ya benzerdi. Bakar, görür ve bilirdi. Bizim için neyin iyi, neyin kötü olduğunu o bilirdi. Dolayısıyla işlerin gerektiği gibi yürümediği durumlarda (çünkü böyle durumlar olabiliyordu) müdahale eder ve sapmayı düzeltirdi. “Devlet” denince, bu, “yekpare” bir şey değildi. Ayrı kolları, daireleri v.b. vardı. Bir gün polis, bir başka gün asker olarak çıkabilirdi karşımıza —derken vergi memuru kılığına girerdi. Ama bilirdik ki hepsinin merkezinde Silahlı Kuvvetler bulunuyordu. Bu hep böyle olmuş, ancak 27 Mayıs’tan sonra hayatın temposunu belirleyen güç haline gelmişti. Bir parlamentomuz vardı. Seçim yapıyor, kimin iktidar olacağını bu seçime göre belirliyorduk. Ama “iktidar” olanlar bu işi her zaman gerektiği gibi yerine getiremiyorlardı. İşte böyle durumlarda Silahlı Kuvvetler müdahale ediyor, yanlışı düzeltiyorlardı (bu “düzeltme” işinin Başbakan’ı asma aşamasına geldiği de olmuştu).
“Toplum” nedir? Bir düzeyde “toplum” sadece bir insan kalabalığıdır. Niçin bir arada olduklarını bile bilmeyen bir kalabalık. Bu kalabalığın bir toplum niteliğini kazanması için onlara yön verecek bir yapının bulunması gerekir. Zaten “devlet” dediğimiz şey de son analizde budur. “Yön vermek” için belirli bir otoriteyle donanmış olmak gerekir.
Otoritenin kaynağının “Tanrı” olduğu, böyle kabul edildiği dönemlerden geçmişti insanlık. Roma imparatorlarının aynı zamanda tanrı olduğu zamanlar bile görülmüştü. Tarihte oluşum ve birikim büyüdükçe, örneğin İngiliz, Fransız, Amerikan devrimleri gibi olaylar insanlığın ortak bilinci ve belleğinde yer ettikçe bu anlayış da değişti. Gücünü ve meşruiyetini Tanrı’dan değil de başka bir kaynaktan alan bir yönetim fikri gelişmeye başladı. Toplumu kim, ne yönetmelidir?
Toplum gibi son derece karmaşık bir yapılanmada neyin ne olduğunun nihai cevabı “bilgi”dir. O halde, toplumu, bu bilgiye sahip olan (varolan koşullarda en çok bilgiyle donanmış) kişiler yönetmelidir. Bizim tanışık olduğumuz “devlet”, yukarıda özetlemeye çalıştığım gibi, böyle bir dünya görüşünün ürünüdür. Buna “Jakoben devlet” tipi diyebiliriz.
Ama bu, bu konuyla ilgili tek “teori” değildir. Madem ki bir “toplum” olarak yaşıyoruz, neyin nasıl olacağına da toplum karar vermeli. Bu da mantıklı bir yaklaşım elbette. Mantıklı olmasına mantıklı ama yukarıda değindiğim sorular burada özellikle geçerli: toplum, kendi başına, çok dağınık, parçalı, şekilsiz bir varlık. Hobbes gibi bir siyasi filozofa sorarsanız, kendi başına kaldı mı kendini yeyip bitirecek bir oluşum. O halde toplumdan gelen talepleri bir düzene koyacak bir otorite ”merkez”inin gereği gene kendini gösteriyor. Bu talepleri alacak, değerlendirecek, sıraya sokarak uygulayacak bir otorite olmalı. Bu da bize “parlamenter” dediğimiz yöntemi getiriyor. İnsanlar belirli düşünsel gruplaşmalar içinde örgütleniyor, vardıkları sonuçları topluma sunuyor, “Bizi seçin, biz de bunları yapalım” diyorlar. Böylece seçim v.b., bildiğimiz parlamenter düzene giriyoruz. Sonuçta kararı (siyasi parti kanalıyla) toplum vermiş oluyor.
“Siyasi parti” dediğimiz yapının da bir “yapılanması” olmalı. Bir hiyerarşisi olmalı. Sonuçta onun da bir “önder”i, “başkan”ı, “reis’i olmalı. “Jakoben” diye adlandırdığımız yönetim biçiminde “doğru fikirler” çerçevesinde bir araya gelmiş bir topluluk görüyoruz. Bunu adlandırmakta “kadro” kelimesi en uygun olan kelime olarak görünüyor (Bizim tarihimizin seyrinde “Kadro” adlı bir derginin çıkmış olması bu nedenle doğru bir ad seçimi). Şimdi, oradaki “bilenler topluluğu”nun bilgisinin bu yeni parti türünde “Önder” dediğimiz o tek kişide toplanmış olması (ya da böyle kabul ediliyor olması) da mümkün. Bu “tek kişi”, bütün toplumun ne düşündüğünü, ne istediğini ve ayrıca neyin nasıl yapılabileceğini bilen (ya da “bilme” iddiasında bulunan), başka herkesten daha iyi kavrayan biri olarak tanımlanıyor. Dolayısıyla, nihai otorite olarak kabul edilen toplumun talepleri yerine getirilmiş oluyor; ama bunu gerçekleştiren araç, sözünü ettiğimiz bu “tek adam”. Teoriye göre, o, topluma soruyor ve toplumdan cevabını alıyor ve bu cevabın gereğini yerine getiriyor.
Buna da “popülizm” diyoruz. Burada “toplum”a, “toplumun talepleri”ne önemli bir yer veriyoruz. Ama ne olup bittiğine daha yakından baktığımızda, toplumun değil tek adamın iradesinin geçerli olduğunu görüyoruz.
Şimdi, benim kafamı kurcalayan soru, “oradan buraya” nasıl geldiğimiz sorusu. Jakoben devlet yapısını kurmuş, uygulamalarıyla geleneğini oluşturmuştu. Bu uygulamalarının toplumun tamamını mutlu etmediğini görebiliyoruz; ama ciddi bir muhalefet, bir karşı çıkış, bir protesto da görmüyorduk. Toplum, sokağa çıkmak için yağmurun dinmesini bekleyen bir birey gibi, “geçmesini” bekliyor, geçince sokağa çıkıyordu. Generaller darbe yapınca devletin geri kalanı da yeni durumun gerektirdiği şekilde sıraya giriyordu (12 Eylül’de generalleri kutlayan Anayasa Mahkemesi üyeleri, örneğin).
Bu bazı bakımlardan beklenmedik, o nedenle şaşırtıcı bir dönüş oldu. Ama bazı bakımlardan da o kadar şaşırtıcı değildi. Niçin? Bir toplum temel hayat dersi olarak “itaatkar” olmayı öğrenmişse, X’e nasıl itaat ediyorsa Y’y de aynı şekilde itaat eder. “Otorite” onun gözünde tanıdık bir olgudur. Otorite karşısında nasıl davranılacağı, ne söyleneceği, nasıl söyleneceği bellidir.
Önceki dönemimizde Silahlı Kuvvetler’in bizim “kurtarıcımız” olduğunu öğrenmiştik. Sözgelişi ellilerde Demokrat Parti gidişinden şikâyetçi olan çok sayıda insan vardı ve bu sayı gün geçtikçe artıyordu. Bu artan sayıda insanın Demokrat Parti’yi iktidardan uzaklaştırmak üzere bir eyleme (yani seçim: 1957’nin devamı olacak bir seçim) geçemeden darbe oldu. Üç aşağı beş yukarı aynı şey her on yılda tekrarlanır oldu. Ordu bizi on yılda bir kurtarmayı bir gelenek haline getirdi. 28 Şubat’ta bir kere daha kurtardı. Ancak bu arada ne olduysa oldu, ordunun bizi kurtardığı kötü siyasi gücü biz toplumca bizi yönetmesi için bir daha seçtik.
Yıllarca birlikte yaşadığımız güçlerin oluşturduğu, görünüşte her yanından güç ve otorite fışkıran düzene ne oldu? Ve tabii “kurtarıcı” ordu nerede? Dediğim gibi bu sorular bir şaşkınlıkla sorulan sorular; ama bir yandan da cevaplanamaz sorular değil. Bugünlere kadar içinde yaşadığımız koşullar bugünlerde yaşayacaklarımızla nasıl başa çıkacağımızı (ya da “çıkamayacağımızı”) belirliyor. Çıkarılması gerekli sonuç Türkçe’de zaman zaman kullandığımız, ama belki yerine getirmekte fazla titizlenmediğimiz bir deyimde içkin: “Gayret dayıya düştü”.
Bu çok önemli. Bu iş olacaksa, biz yapacağımız için olacak, dayım!