Ateistlerin şahlarından Jean Paul Sartre’ın “ben hiçbir Tanrı’ya inanmam, fakat inanacak olsaydım bu kesinlikle Ali Şeriati’nin bahsettiği Tanrı olurdu” mealinde bir sözü var. Sartre’ın pagan olanları da dahil onlarca Tanrı varken Ali Şeriati’nin Allah tasavvuruna teveccüh etmesi neden? Sartre’ın yöneliminin ağırlık merkezini felsefi ya da teolojik değil, sonuna kadar siyasi bir bakış açısı oluşturur: filozofu cezbeden şey Ali Şeriati’nin Allah ve din kavrayışında ışıldayan, baskı ve sömürü altındaki kitlelerde kıvılcımlar yaratma potansiyeli olan devrimci siyasi bir cevherden başkası değil. Asr-ı Saadet gibi fantezilere pek kıymet vermeyen Ali Şeriati’ye göre, biri diğerinin sırtını yere getirmiş ama hâlâ çatışma halinde olan iki İslâm ve dolayısıyla da iki Allah vardır. Bu iki İslâm ve iki Allah arasındaki çatışmaların kodları eleştirel bir tutumla okunup yorumlanmadan sınıf savaşımlarının kodlarını okuyup yorumlamak da mümkün değildir. Şeriati’ye göre, İslâm’ın doğuşu, genişlemesi ve nihayet dünya halkları nazarında kabul görmesi –belli bir etkileri olsa bile- ne sadece kılıç zorbalığı ne de “tevhid”, “nübüvvet” ve “ahiret” sebebiyledir, zira bunların hepsi ve daha fazlası Zerdüştlük de dahil diğer dinlerde zaten mevcuttur: ilginin gerisindeki başlıca faktör İslâm’ın kurucu söylemini oluşturan “toplumsal adalet”, “hürriyet”, “hak”, “sınıfsal eşitlik”, “insani hükümet” gibi kilit kavramlardır, ki bu kavramlardan “mesaj iletmeyen” bir İslâm da ona göre özü itibariyle “küfürden farksızdır.” Ne var ki, dışarıdan değil, bizatihi “Peygamber ailesinden” nükseden dinamiklerle İslâm İslâm’ı bozguna uğratmış, tarihsel savaşımın –şimdilik- galibi olan küfür İslâm’ında adaletten eser kalmamış, özgürlük istenci yerini köleliğe, bozuk hükümetlere ve “yasaların zorbalığına” bırakmış, “cinayet ve gasp İslâm’ı” hâkim konuma yükselmiştir.
***
Şeriati’ye göre, sınıflara bölünmüş, mülkiyet temeli ve emek sömürüsü üzerine işleyen bir toplumsal düzenden İslâm da payına düşeni alıyordur: ezilenlerin yüreğine su serpecek, siyasal bir mobilizasyonun kaldıracı olmaya talip kurucu söylem ve kavramlar iktidar ilişkileri ve dönüşümleri sayesinde zamanla tersine dönmüştür. Bu sancılı dönüşümde “İslâmî geçinen hükümetlerin zulüm ve istibdat” pratikleri “İslâm Peygamberi’nin evini viraneye çevirmiş”, onun din ve Allah tahayyüllerini tanınmaz hale getirmiş ve sonuç olarak İslâm bugün de varlığını sürdüren iki veçhe edinmiştir:
“[Bir yanda] hâkim İslâm, [diğer yanda] mahkûm İslâm... Bağdat İslâm’ı, Medine İslâm’ı. Şam İslâm’ı, Kerbela İslâm’ı. (…) Biri Bağdat ve Şam büyük Darül Hilafetinin icra ettiği İslâm, diğeri de Rebeze çölünde gömülen, Kûfe meclisinde kana bulanıp yuvarlanan ve siyah Fırat kenarında sönen İslâm! Birisi renkli Bağdat ve Şam saraylarının sofralarıyla ‘Medâyin’, ‘Kuharnak’ ve ‘Roma’ saray sofralarıyla rekabet eden; en iyi musikiler, yemekler, cariyeler, medeniyet ve lüksle bezeli İslâm, diğeri ise bu sarayların altındaki zindanlarda zincire vurulmuş İslâm!”[1]
Temellerini özgürlük ve eşitlik kavramlarından alan, “insani hükümetle” taçlanmış bir toplum tahayyülü için zarını saray zindanlarında zincire vurulmuş İslâm’dan yana atar Ali Şeriati; tereddüt etmeden Marx’ın meşhur “din halkın afyonudur” vecizesini de bağrına basar. Sıffin Savaşı’nda olduğu üzere mızraklarının uçlarına Kuran’dan sayfalar takan, Şeriati’nin kendi deyimiyle “katil İslâm” savaş teknikleri açısından olduğu kadar ideoloji açısından da hayli zengin, kurnaz ve sinsidir. Sadece zorbalıkla hiçbir iktidar uzun süre ayakta kalamaz: zincire vurulmuş İslâm konuşma, sesini çıkarma imkânlarından yoksun bir İslâm’dır. Din, Allah ve Peygamber hakkında konuşma ayrıcalığını elinde tutan iktidar kastı –tüm o tefsirciler, fıkıhçılar, şerhçiler vb.- kurumlar aracılığıyla yaydıkları yorumlarla toplumu zihinsel olarak felç etmiştir. Saray zindanlarında zincire vurulmuş İslâm’ın üzerine yalnızca mahpus duvarları örülmemiş; Allah’ın insana bahşettiği akli melekelerinin (hiç akletmez misiniz), mukayese ve takdir yetilerinin yanını yöresini hurafelerin, batıl inançların, dini önyargıların tozu dumanı kaplamıştır: “saray İslâm’ı halkın afyonudur.”
***
Mecaz ve hakikat arasındaki ilişkide mecaza gereğinden fazla yoğunlaşmak hakikati gölgelemekle, daha da vahimi hakikati bir tür hurafeye dönüştürmekle neticelenir: “afyon” mecazı ruhsal/zihinsel bir uyuşturma işlevinin yanı sıra, acı ve ıstırabı yatıştırma işlevine de sahiptir. Marx’ın vecizesinin öncesine ve sonrasına kimi başka mecazlar da eşlik eder: “din kalpsiz bir dünyanın kalbi, acı çeken varlığın iç geçirişi, din bu dünyanın ansiklopedik bilgisidir.” Ali Şeriati nezdinde, yerine göre gaddar ve soğuk, kalpsiz bir cinayet şebekesi gibi varlığını sürdüren, dünyanın ansiklopedik bilgisini kuruntu ve yalanlarla dolduran, dini halkı köleleştirmek için bir araç olarak kullanan “saray İslam’ının” karşısında doğru düzgün konuşamayan, susturulmuş “zindan İslâm’ı” yer alır. Bu mağlup İslâm yüz yıllardır iç geçiriyor, hayıflanıyor, eyvah ve hayret ediyordur: zincir seslerinden kurtulup da siyasallaşmış söze kavuşmak için muktedirlerin elindeki dinin karşısına başka bir dinle çıkmak gerekiyordur. Ali Şeriati’ye göre, hangisi olursa olsun din hiçbir zaman dinsizlikle savaşmamış, aksine belli bir dinle savaşmıştır, bu durumdan hareketle “dine karşı din” formülasyonunu geliştirir Şeriati: Kendi deyimiyle “katil İslâm’a” karşı maktul İslâm, Şam saraylarının İslâm’ına karşı “zincir İslâm’ı, zenginlik ve iktidarla kibirlenmiş İslâm’a karşı yoksulların ve halkın İslâm’ı, orada burada konuşanların, boyuna fetvalar veren kurumsallaşmış kişiliklerin İslâm’ına karşı suskunların, sesi çıkmayanların, garip gurebanın İslâm’ı…
***
Türlü iktidar oyunlarıyla, baskı ve sömürü araçlarıyla, ideolojik yorumlarla dimağı karartılan ahalinin; Ali Şeriati’nin ifadesiyle “tarihin mahkûm sınıfının İslâm’ı”nın özgürleşmesi ve kendi aklına, diline ve sözüne yaslanması için “hâkim İslâm’ın” sınıfsal imtiyazları, siyasi kudreti alaşağı edilmek zorundadır. “Mahkûm sınıflar” kendi “kelamî” ve “itikadi” usullerini yaratmak, egemen yorum ve anlayışların karşısına kendi gerçekliklerine uygun yorum ve anlayışları çıkarmakla mükelleftir. Bu mükellefiyet hiçbir surette araçsallaştırarak değil, bilakis tartışarak, yeni sorunlar üreterek, sınırları bulandırmayarak, kavramları yerli yersiz harmanlamayarak, Marksizm de dahil iktidar karşıtı tüm hareket ve oluşumlarla alışveriş halinde olmayı da kapsar. Zira mesele önünde sonunda farklı dinleri, mensubiyetleri ve dilleriyle bir insan problemi ve onun özgürleşme arzusudur.
***
Allah’ı ve Peygamberi konuşturma hakkını sadece ama sadece kendi resmileşmiş ağızlarında görenlerin “saray İslam’ı” yalnızca imanı ve inancı, masumiyeti ve vicdanı yok etmekle kalmamış, toplumu bütünüyle esir almış, yoksullukla dağlanmış ruhların üzerine bir karabasan gibi çökmüştür. Bu esaretten kurtuluş için atılacak ilk adımlardan biri, Ali Şeriati’ye göre, yalnızca din kavramı ve Peygamber imgesini değil, Allah tasavvurunu da muktedirlerin dilinden çekip almaktır: iktidarların yönetim teknikleri arasında kilit öneme sahip olan Allah kavramının kullanımlarının karşısına kurum duvarlarına kapatılmış, yalan yanlış yorumlarla itibarsızlaştırılmış, haysiyeti yerle bir edilmiş, hâsılı ezilen sınıfların Allah tasavvuruyla çıkmak... Dün olduğu gibi bugün de, muhtemelen yakın gelecekte de, İslâm kıyafetini kuşanmış despot hükümetlerin gevezelikleri “zindan İslâm’ın” konuştuğu anlamına gelmez, nitekim konuşurken susturmak modern iktidarların başlıca alameti farikalarındandır, İslâmî hükümetler de bundan münezzeh değildir…
***
“Yoksulun sofrasında diz kırmayan bir Allah’tan kime ne hayır gelir” diyen Ali Şeriati hâkim sınıfın elinde iki paralık edilen Allah tasavvurunu bir yana bırakıp siyasi enerjisini “acı çeken varlığın ah ederken”, fukaralık zulmüyle efkârlanırken, adaletsizlikten dara düştüğünde, siyasi zorbalıklarla inlerken, sömürüden doğan ıstıraplarla yanıp tutuşurken dillendirdiği Allah tasavvuruna yönlendirir. Mösyö Sartre’ın ilgisini çeken, inanırım dediği Allah tasavvuru ezilenlerin, anti-demokratik yönetimler tarafından sürekli aşağılananların, hakları gasp edilenlerin, canlarının hiçbir kıymeti harbiyesi olmayanların, siyaseten hesap dışı bırakılmışların Allah’ıdır. Burada mesele artık inanç da değil, baştan sona bir hakikat meselesidir. Bu dönüştürücü, farklılıklara bünyesinde yer açan Allah tasavvurunun egemen sınıfların epey maharetle perdeledikleri bir adı da var: halk... Allah’ın “esmâ-i hüsnâ” (en güzel isimler) listesindeki bir adı da, muktedirlerin pek haz etmedikleri halk (hlk) vezninden türemiş olan hâlik (yaratan) adıdır: “şekil verenlerin en güzeli”, “devamlı ve mükemmel biçimde yaratan” olarak halk/Allah. Bu minvalde, toplumu tartışır ve savunurken, iktidarlara karşı siyasal söylem oluştururken Allah’ın adları arasında yer alan “halk” kavramını odağına alır Ali Şeriati; “insani hükümet”in faili, özgürleşmenin öznesi hususunda “ümmet” gibi yıpranmış, dışlama ve sınırlama mekaniği olan kavramlara pek itibar etmeyerek…
***
Allah’ın adlarından biri olarak “halk”, bu son felakette kendi çaresini çoğun kendi arayarak ve yaratarak, can havliyle kendi yaralarını sarıp dağılmış gövdesine yeniden şekil vererek; yalnızca muktedirlerin kibir ve zaaflarını ifşa etmekle kalmayıp bir başka hasret duyulan şeyi de açığa çıkarmıştır; haliyle dayanışma diye anlamlandırılan, ama başka bir payeyi de kuşanan bir hakikat bu: dünya halklarının mucizesi…
[1] Ali Şeriati, Dinler Tarihi, çev. Erdoğan Vatansever, İstanbul: Kırkambar Yayınları, 2004, s. 295.