Kum Saati
Derviş Aydın Akkoç

Her insanın bir iç dünyası var: bu dehşet verici hakikat yerine göre bir mükâfat yerine göre de bir eziyettir. Eziyettir zira alelade bir olay ya da bir eşya, öylesine bir bakış, duvarlarda solmuş eskimiş bir afiş, ya da bir sokak lambası, veyahut kendi dilsizliğinde bir çay kaşığı, bir bardağın içinde çın çın sesleriyle dönüp duran: silkeler o sarsılmaz addedilen iç dünyayı yeniden, güya sorgulanmış, çoktan aşılıp geçilmiş olan ne varsa zihnin kıyılarına hücum eder. Hücumun şiddetince iç dünyanın mutedil dengesi bozulur, köpürmeler, çalkantılar eşliğinde sorular ve sorunlar zuhur eder: nedir şimdi bu eşya denilen şeyin saltanı, tüm bu konuşmalar, teraneler, siyaset müessesesi, bitmeyen adlar, ve hatıralar, yığınla tantana; hâsılı neyin nesidir bu afallamalar, bu baş dönmeleri, yaşarken, dünyada…

***

Çevresindeki şeylerin doğal özlerini bilmeye, belirlemeye ve nihayet kavramaya muktedir olan insanın mevzu kendisi olduğunda çuvalladığından söz ediyordu Hannah Arendt: insan onca bilgi ve tecrübe birikimine rağmen hâlâ bir “büyük muamma”dır. Psikanaliz, felsefe ya da antropoloji ve hatta şiirle bu muammayı çözmek mümkün değildir. İnsan, eşyanın doğasını belki bir gün tümüyle kavrayacaktır, ama “kendi doğası” daima bilinmezleriyle, boşluklarıyla, şüphe ve kararsızlıklarıyla kalacaktır. Zira “ben kimim?” sorusuyla “ben neyim?” sorusu arasındaki kadim paradoks dünya durdukça duracak cinstendir. Arendt bu iki soruyu birbirinden ayıran kişi olarak Aziz Augustine üzerinde durur: “Ve kendime döndüm ve dedim ki kendime: sen, kimsin sen? Ve ben cevap verdim: Bir insan.” Burada “ben kimim?” sorusunun faili de soruya cevap veren kişi de öznenin kendisidir fakat “ben neyim?” sorusuna gelindiğinde mesele içinden çıkılmaz bir hal alır, zira özne bu soruyu kendisine soramaz, dışarıya, daha yüce bir makama, Tanrı’ya sorulabilir bu soru ancak: “O halde, ey Tanrım, neyim ben? Nedir benim doğam?” Tanrı’nın da bu soruya net bir cevabı yoktur aslında, konuşkan suskunluğu bundandır. İnsanın çileli ama bir o kadar da imkânlarla yüklü aczi de buradadır: kendi doğasını, cevherini, sesini, kendi suretini hep ondan daha yüksek bir otorite mecrasında, dışarıda aramak… Çalkalanıp durulan ve yeniden sarsılan iç dünyanın trajedisi de dışa ihtiyaç duymakta açığa çıkar… İnsanın doğası meselesi Tanrı’nın doğası meselesinden daha az çetrefil ya da teolojik değildir Arendt’e göre: nitekim “ben kimim?” ya da “ben neyim?” soruları kaçınılmaz olarak “biz kimiz?” ya da “biz neyiz?” sorularına çıkar; her siyasi tasavvurun, özne tartışmalarının belkemiğini oluşturan esaslı problem…[1]

***

Aziz Augustine talihlidir; dünya meşgalelerinden sıyrılabilmiş, kendine dönerek sorusunu kotarabilirmiştir. Çağdaş kapitalist toplumda, hurdası çıkmış burjuva uygarlığında insanın bir anlığına bile olsa kendine dönmesine ve “ben kimim?” sorusunu sormasına neredeyse imkân yoktur. Çalışmanın, demek ölmenin zamanı amansızca üzerine çökmüştür insanın: tik tak, tik tak, her an kabristana doğru, biraz daha yaklaşarak… Başka pek çok şey gibi zamana da hükmedilmiş bir dünyada “ben kimim?” sorusunu olduğu kadar “ben neyim?” sorusunu da başkaları sorar ve yine başkaları cevaplar, bir vakitler Tanrı susmuş olabilir, ama şimdi –modern dünyada- konuşma sırası sermayededir: sen bir reklam parçasısın, keseli bir tüketicisin, , bir anketsin, sen bir partinin cıvatasısın, bir borçlusun, bir seçim sandığısın, sen bir gazetesin, önünde sonunda silik bir nokta, bulanık bir rakam… Bu pejmürde ilişkiler ağında kişiyi ötekilerle, ona benzeyenlerle yakınlaştıracak olan şeyse sadece kullandığı şampuandır, daha fazlası değil: bir şampuanın hikâyesiyle yalnızca kendi saçlarına değil, güya dünyaya da açılıyordur insan, ne hoş… Açılırken kapanmanın köhne ama tıkır tıkır işleyen düzeneği… En tabii duygu ve hislerin dahi imal edilip pazara sürüldüğü bir vasatta her şeydir belki ama artık insan değildir bu varlık. “Ben kimim?” sorusunun bin bir hinlikle gasp edildiği, gereksizleştirildiği bir düzlemde “ben neyim?” sorusu çok daha baskın hale gelmiştir. Ve fakat Nietzsche haklıysa ve Tanrı öldüyse “ben neyim?” sorusuna küstah sermaye dışında, onunla birlikte seküler bir canavar olarak devlet de el atacaktır, çoktan atmıştır da: sen devletin aynasında görünensin, bir anayasa maddesisin sen, haklarla donatılmış sevimli bir yurttaş, resmi üreme özgürlüğü olan bir beden, çalışmakla ödüllendirilmiş bir cezalı, kamusal alanda bir persona, toplumsal uzamda bir maske, beşikten mezara oyna oynayabildiğin kadar… 

***

Şampuanın kör olasıca hükümdarlığı yıkılmasın, Nietzsche’nin lafıyla boyuna “ciyaklayan maymunların” iktidar ilişkilerine toz konmasın; yani kişi “ben kimim?” sorusundan başka her şeyi sorsun diye ne çok önlem, ne çok tehdit ve şantaj, ne çok terapi, ne çok berbat yalnızlık. Mülkiyet ilişkilerinden, pazarın dinmeyen uğultusundan, siyasi çekişmelerden, psikolojik terörden dikkati ve sinirleri darmadağın insan her yana dönsün, şaşkın ve sersem, ama kendine dönmesin, potansiyeller ihtiva eden bir kabulle “ben kimim?” diye sormasın, hele hele “biz kimiz?” sorusuna hiç ama hiç ilişmesin…

***

Öyle ya güya bir akıl da var ortada, olanı biteni kavrayan, ölçüp biçen, hesap kitap derdinde, adlandıran bir akıl: lime lime edilmiş ruhun semalarında bir bayrak gibi her zaman gerilmeli o da… Oysa insan aklın şatafatlı hilelerine rağmen afallar, anlamlarından, deneyim bagajındaki hazinelerinden olur bazen; çırılçıplak ve yoksul kalır, korkulacak, hele canhıraş kaçılacak bir durum değildir bu, bilakis silkelenmek, toparlanmak ve yeniden başlamak için uygun ve iyidir bu çözülmeler, bu dolaşık ve karışık kalakalmalar… Büyük şair Fuzûlî daha yüzyıllar öncesinden idrak edimindeki dağılmadan bahis açıyordu:

“Öyle ser-mestem ki idrâk etmezem dünyâ nedir;

Ben kimim, sâki olan kimdir, mey ü sahbâ nedir?”

Şarabı ikram eden kim, kadehi tutan kim: öyle sermest düşmüştür ki kişi dünyayı kavrayamaz artık, çekilir çözülür ne var ne yoksa… Dünya anlamın çatlakları arasından sızıp gider, akıl hükümsüz kalır, dilin boynu bükülür, güzel cevapsızlığıyla “ben kimim?” sorusu idrak sınırlarını aşan daha muhteşem bir soruyla birleşir, kaynaşır: dünya nedir? “Ben neyim?” sorusu askıya alınmaz, “dünya nedir?” sorusu içinde yeniden anlam ve içerik kazanır. Bu sıkıntılı sorunun da kesin ve tamamlanmış bir cevabı yoktur elbette, özne yakınır, şikâyet eder belki bu durumdan ama mücevherden bir farkındalıkla, kendi içini dünyaya açmak suretiyle işleyen bir bilinçle: “Âh ü feryadın Fuzûlî incitir âlemi.” Ben kimim, saki olan kimdir, dünya nedir gibi sorulara istinaden cevapsızlıklar, muammalar ortasında şairin feryadı, inlemeleri, kendi adı gibi fuzulidir, fazladandır, inciticidir; dünyadan âleme, içten dışa doğru bir genişleme, incitmeden, zarifçe: kendi içine kapanmış, körleşmiş özne artık sadece kendi dip köşelerini değil, evreni de görüp seyredebiliyordur: emsalsiz temaşa…  

***

Fuzûlî’nin efkârı Aziz Augustine’nin mülahazalarından, itiraflarından öte ve başka bir muhtevaya sahip: Augustine “ben neyim?” sorusuna sessiz kalan Tanrı karşısında sayfalarca konuşur, iç döker, günah çıkarır; Fuzûlî ise susar, el etek çekip geri çekilmez, aksine temaşayla dünyaya dalar, benliğini silmek üzere âleme, insanlara, hakiki kamuya karışır; eriyip yok olmak, yazılıp yeniden silinmek üzere… 


[1] Hannah Arendt, İnsanlık Durumu, çev: Bahadır Sina Şenel, İstanbul: İletişim Yayınları, 2006, s. 39-40.