Üzerinden bir buçuk ay geçmeden 6 Şubat depremi ülke gündeminin alt sıralarına indi bile. Gerçi yerle bir olmuş şehirlerde enkazlar hâlâ kaldırılmış değil, deprem anında ölen veya zamanında yardım edilemediği için can çekişerek ya da donarak hayatını kaybedenlerin hâlâ tam bilinemeyen sayısının yüz bini aşacağı söyleniyor ise de; facianın ilk günlerinde ülke çoğunluğuna egemen olmuş gözüken “devlette ve toplumda kökten bir dönüşüm zorunlu” düşüncesi giderek silikleşiyor. Tıpkı 1999 Körfez depremi ertesinde olduğu gibi diyeceğiz ama daha vakit var. Özellikle de Türkiye tarihinin en kritik seçimi önümüzde iken.
Deprem elbette bu seçim kampanyasında tarafların en fazla işleyeceği konuların başında gelecek. İlk bakışta bu konu, AKP-MHP iktidarına ve Erdoğan’ın şahsi yönetimine karşı eleştirilere fazlasıyla haklılık ve inandırıcılık sağlayan birçok yönüyle muhalefetin seçim kazanma şansını arttırmış görünüyor üstelik. Bu bakımdan muhalefet propagandasının çok büyük ölçüde 6 Şubat depremine odaklı olacağı dahi tahmin edilebilir. Ama buradan deprem öncesinde bile muhalefet toplamının –en az– üç beş puan gerisinde olan AKP-MHP oylarının daha da düşeceği, hatta farkın 15-20 puana kadar çıkacağı öngörüsüne varmak aşırı bir kolaycılık/yanılgı olur. Şüphesiz bu ve daha da fazlası ihtimal dahilindedir ama burada belirleyici olacak olan o propagandanın içeriği, niteliğidir.
Muhalefet, 2018’deki seçimden bu yana iktidarın karşılaştığı belli başlı “sınav”ların tamamında; 2019 yerel seçiminde, pandemi sürecinde, büyük orman yangınları esnasında, Erdoğan’ın karakuşi “iktisatçı”lığı ile zaten bozuk giden ekonomik gidişatı büsbütün kötüleştiren, yoksullaşmayı daha da yaygınlaştırıp derinleştiren adımları sırasında ayyuka çıkmış adaletsizliklerinin, yolsuzluklarının yanısıra liyakate aldırmazlık, yetenek ve beceri yoksunluğu ile zaten eleştiregelmekteydi. Deprem bu eleştiri temalarına yeni bir şey eklemedi. Önceden farklı olay ve olgular üzerinden birini veya bir kısmını sınırlı içerikleriyle gördüğümüz bütün bu çöküş ve çürüyüş faktörlerinin toplu manzarasını, bunların bileşiminin ülkeyi sürükleyebildiği dehşet verici durumu özetledi sadece.
Hal böyleyken, iki aydan da az kalmış seçimde AKP-MHP blokunun ağır bir yenilgiye uğrayacağını söyleyenler, –görünen o ki– “yine de kazanabilirler” diyenlerden fazla değil. Körfez depremi ertesinde, tedbirsizlik ve beceri yoksunluğu bu kadar korkunç ve isyan ettirici sonuçlara mal olmayan iş başındaki koalisyon partilerinin iki-üç yıl sonraki seçimde ağır bir fatura ödeyeceği herkese gün gibi açık gözüküyorken; şimdi neden “belli olmaz” diyenler çoğunlukta? Kaldı ki 2002 seçiminde o koalisyon partilerinin sırtlarındaki yolsuzluk, haksızlık ve zulüm bagajı AKP-MHP’nin sicilindeki küsurat kadar bile değildi. Buna rağmen nasıl oluyor da “kazanma ihtimallerini göz ardı edemeyiz” diyoruz endişeyle?
Bu soruların cevap anahtarları Türkiye toplumunun seçim kriterlerinin 2002 öncesinden günümüze nasıl değiştiğine bakılarak bulunabilir elbette. Benzer değişimlerin yeryüzünün hemen tüm toplumlarında da geçerli olduğunu dikkate alarak bunları “zamanın ruhu” ifadesi altında toparlayabilir, bu “ruh”un odağında neoliberalizmin yer aldığını da söyleyebiliriz. Fakat gelinen noktada şunu da mutlaka eklemeliyiz ki; neoliberal iktisadın hegemonyası, etnik-dinî kimliklerin önem ve öncelik kazanması, lider-otorite arayışlarının başatlaşması gibi o “ruh”un başlıca özelliklerine karşı verilen, demokrasiyi daha da güçlendirme, daha adil bir ekonomik düzen amaçlı mücadeleler de başarılı olamadığı gibi; bu mücadeleleri yürüten “geleneksel” sol ve demokrat parti-hareketlerin güç ve etki kaybı da durdurulamamıştır. En az bunlar kadar önemli bir husus da o “ruh”un toplumlara sızması ölçüsünde –demokratik– siyasal düzenlerin asgari müştereğini oluşturan kurum ve değerleri de –özellikle de yerleşebildiği kadarıyla eşitlik ölçütünü/fikrini– tahrip etmesidir.
Türkiye –Rusya ile birlikte– bu manzaranın en ürpertici sonuçlarının yaşandığı ülke. İktidar ve uygulamaları düzeyinden bakıldığında tartışılmaz bir veri bu. Önümüzdeki seçim bu uygulamaların toplum düzeyinde karşılığını, onaylanma/desteklenme derecesini de gösterecek bir “hüküm” değerinde olacak.
Tarafsız bir gözlemci son seçimden bu yana iktidarın başarı hanesine yazılacak pek bir şey olmadığını, buna mukabil yığınla kötü sonuç, aymazlık, fiyasko ve rezalet sıralanabileceğini söyler ve 2018’de iktidar lehine olan farkın bu kez en azından tersine olacağını tahmin edebilir büyük bir güvenle. Ancak iktidar bloku saflarına bakıldığında bu tahmini doğrulayacak pek az emare olduğu da ortada. MHP’nin bilinen nedenlerle –çok büyük ölçüde İYİ Parti lehine– 2018’deki oyunun neredeyse yarısını kaybetmesi bir yana bırakılırsa AKP’nin oy kaybı iktidar sicilinin bunca berbatlığına rağmen en fazla –2018’deki oylarının– beşte biri kadar görünüyor. Dolayısıyla şu sonuca varabiliriz ki; bu ülkede tuttuğu –sağcı– parti mevcut siyasal düzenin demokratik, hukuki ve ahlaki kurum ya da değerlerini ne denli tahrip etmiş, icraatı ne denli kötü sonuçlar vermiş olursa olsun onu işbaşında görmekten vazgeçmeyecek –kaba hesapla– %30 civarında bir kesim vardır.
Özellikle 2018’den beri AKP-MHP politikalarının belirleyicisi bu kesimdir. Bu tarihten itibaren iktidarın genel tutumu, demokrasi, adalet, dürüst ve liyakatli yönetim konusunda “duyarlı” seçmenlerin bir bölümünü de kendine çekerek bu “çekirdek” kesimin etrafına bir halka ekleme yönünde değil, tam aksine; geçmiş yıllarda o çekirdeğin etrafına çekebildiklerini de uzaklaştırıcı yönde “evrildi”. Nitekim bunun sonucu olarak, bir süredir AKP’nin 2002’deki “fabrika ayarları”na dönmesi için uğraşan parti kadroları, beklentilerinin gerçekleşmeyeceğini anlayarak AKP’yi terk ettiler.[1]
AKP “çekirdeği”nin, örneğin bir temsilcisinin Yeni Akit olduğu bağnaz ve “bize istediğimiz her şey mubah, bizden olmayana ise keyfimize göre” diye özetlenebilecek bir Sünni İslâmcılık yanlıları ile onlarla menfaat ilişkisi kurmuş her türden fırsatçılardan oluştuğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla 2018 sonrası iktidar politikaları giderek tamamen, bu bileşimin iki tarafının da isteklerini karşılayacak yönde yürütüldü. Ayasofya, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış kararları, devletin personel alımında partizanlığa tam yol verilmesi, devlet-kamu ihalelerinde, kaynakların tahsisinde kayırmacılığın yegâne “kural” haline gelişi böylece gerçekleşti.
Bu tutumun oy desteği kazandırmadığı, sadece erimenin yavaşladığı çok geçmeden belli olmasına rağmen iktidar bloku “yola devam”dan vazgeçmedi. Muhalefet çevreleri, “bunlar ya seçimi kaldırmayı veya iptal etmeyi ya da kaybederler ise iktidarı teslim etmemeyi mi kurguluyorlar” endişesine bile kapıldı bu yüzden. Bu endişe iktidarın seçime hazırlandığını gösteren alametlerin 2022 sonlarından itibaren çoğalması ile yatıştı ise de; anketlerin iktidara desteğin hafif de olsa artmakta olduğunu göstermesi karşısında “yine de kazanabilirler mi” sorusu depreşti yeniden. Anlaşılan iktidarın sadaka-rüşvet dağıtırcasına açtığı hazine muslukları pekâlâ işine yarıyordu. Eğer bu doğruysa, yaşanan bu korkunç felaketten sonra bile iktidarın “seçimleri kesinlikle kaybettik” telaşına düşmüş görünmemesine şaşırmamak gerekir. Öyle anlaşılıyor ki; AKP-MHP ittifakı, üç ay öncesine kadar ülkeyi ne hale getirdiğine dair aleyhte iddialar ve şikâyetlerle düşen oy oranını “bahşettiği” birkaç ihsanla nasıl telafi edebildiyse, bu kez de aynı yolla vaziyeti kurtarabileceğini varsayıyor. Daha enkazlar bile kaldırılamamış iken depremzedeler için yapılacak evlerin inşasına girişilmesi bu yüzden. İktidarın seçim kampanyasının hemen tümüyle “yıkılan yuvalarınızı biz yapıyoruz, onlar ise…” sloganı üzerinden yürütüleceği besbelli gibi. AKP-MHP’nin bir diğer “koz”u da herhalde şu olacak: Muhalefeti “devletin kasası israfla, yolsuz ve hesapsız harcamalar ile boşaltılmış, üstüne bir de çok ağır bir deprem faturası binmişken bunu yapamazsınız” demeye bilhassa kışkırtmak ister gibi devlet aygıtlarına yüzbinlerce yeni eleman alınacağının ilanı. Mevcut iktidar, muhalefetin itirazlarını “bu imkândan yararlanabilmeniz iş başında kalmama bağlı” diyerek avantaja çevireceğini düşünüyor.
Buradan iktidarın ve genel olarak muhalefetin birbirlerinin seçim propaganda stratejilerini nasıl kurguladıklarını ve bunlara nasıl karşılık vermeyi düşünebilecekleri konusuna geçebiliriz.
Öyle görünüyor ki; iktidar cenahı muhalefetin demokrasi, kurumların çökertilmesi, adaletsizliğin, keyfiliğin, yolsuzluk ve liyakatsizliğin başını alıp gitmesi, makro-ekonomideki berbat tablo gibi genele şamil, büyük ve –“sıradan insan” için– soyut sorunlar üzerinden yapacağı eleştiri ve vaatleri önemsemeyecektir. Çünkü onların paylaştığı zihniyet dünyasında, büyük çoğunluğu oluşturan “sıradan insan”ların en ilkel/doğal güdü, ihtiyaç ve kaygıları doğrultusunda davrandığı, bunlara karşılık düşen en kolay ve somut hedefe yöneldikleri inancı esastır. Ayrıca içinden geçtiğimiz “zamanın ruhu”nun bu inancı iyice pekiştirdiğine de güveniyorlar. Bu “ruh”un merkezinde, biraz olsun üste çıkabilmek için birilerini dibe itmeyi zorunlu ve meşru sayan bir kabul yer aldığı için, o sıradan insan yığınlarının desteğini kazanmak, geriletilecek, dibe itilecek “ötekiler” gösterildiğinde kolaydır da. Bu işlev elbette, AKP ve MHP’nin birçok noktada örtüşen “çekirdek”lerinin sıvandığı bağnaz milliyetçilik ve yobazlıktan beklenecektir. Bu karışım herhalde bütün huşunetiyle “ötekilerden olmayın, aksi halde…” diye bağıracaktır önümüzdeki iki ay boyunca.
Genel muhalefetin –özellikle Cumhurbaşkanlığı seçiminde– bu tür bağırmalara karşı en etkili olacak kozu bileşimidir. AKP-MHP’nin birilerini ötekileştirirken yapması gereken “biz” tanımını boyadığı etnik, dinî boyaların hemen tümü, muhalif cephede görece çok daha parlak ve lekesiz renkleriyle yer aldıkları gibi; üstelik ötekileştirmelerin hedefi olanlarla medeni bir birlikteliğin pekâlâ mümkün olabildiğini de kanıtlıyorlar. Dolayısıyla muhalefet en önemli argümanının bu olduğu bilinciyle; farklılıklarını yok saymadan, herkesin üzerinde kendini var ve ifade edebileceği asgari müştereklerin, kural ve değerlerin olmazsa olmazlığını anlatmayı öncelikli görevi sayar, ilk toplanma yerimizin burası olacağı davetini inançla yapabilir ise; AKP-MHP’nin ötekileştirme silahının ters tepmesini pekâlâ sağlayabilir, hatta onlara tarihî bir hezimet bile yaşatabilir.
Çünkü bu olur ise, Cumhuriyet’in ilanından beri muhaliflerini “biz”den saymayan, onları fiili veya potansiyel iç düşman olarak gören iktidarlar tarafından yönetilegelmiş bu ülkede ilk kez o “geleneği” hükmettiği yirmi yıl boyunca en uç noktasına taşımış bir iktidara karşı o geleneğe sırt çevirerek mücadele eden bir muhalefet kazanmış olacaktır. “Eski”nin gerçekten geride kalıp “Yeni bir Türkiye”nin kurulabileceği kapının nihayet açılması demektir bu da.
[1] MHP’nin bu politikalara uyarlanmak için bir iç –kadro, düşünüş– değişime zaten ihtiyacı yoktu ama 2002 AKP’sinin bu noktaya gelişinin süreç içinde oluşumunu, Erdoğan'ın şahsında billurlaşan “çekirdek” özelliklerinin ve zihniyet yapısının adım adım partide ve iktidarında belirleyici hale gelmesini Birikim’in önceki sayılarında birkaç kez özetle anlatmıştık.