Şahane mazlumların yüceltilmesi, sonuçta, onları mazlumlaştıran şahane sistemin yüceltilmesinden başka bir şey değildir.”
Theodor W. Adorno
“Oturmuş dikkatle ona bakıyordu, içindeki karanlığı aydınlatacak bir kelime söylemesini bekler gibi.”
Aharon Appelfeld
Sağlığın ve eğitimin alınır satılır sıradan bir mal seviyesine düşmediği zamanlar vardı. Eski ve görece güzel zamanlar. Eşit, ulaşılabilir ve parasız sağlık ve eğitimin temel bir insanlık hakkı olarak kamunun kaynaklarıyla finanse edilmesi gerektiğine dair genel bir mutabakatın var olduğu zamanlar. O vakitler, varolan kurumsal/maddi/ideolojik çerçeve ve koşullara bağlı olarak hekimlerin kendilerini köklü hekimlik değer ve ideallerine göre tanımlamaları ve var etmeleri daha kolaydı sanki. Genel olarak, insanın fiili varoluşu ile olmak/ulaşmak istediği ideal arasındaki yarık daha kısaydı belki. Dünyanın ahengini nasıl kaybettiğini, hangi eşitsizlik ve farklılıklardan mustarip olduğumuzu, çelişkileri, konumları, sınırları ve sorumluluklarımızın neler olduğunu daha doğrudan biliyorduk sanki. Başka bir çok alanda olduğu gibi hekimlik pratiğinde de dolaysız, yalın, aracısız ve saf bir biçim yürürlükteydi. Bir hekim olarak son vakitlerine yetişebildiğim o dönemi, bu yüzden ve elimde olmadan abartılı bir özlemle anıyorumdur belki de, bir tür nostaljik arzuyla. Ama zaten nostaljinin, asıl enerjisi ve itkisi geçmişten daha ziyade gelecekten geliyordur belki de. Geçmişte köklenmeye çalışarak geleceğe uzanma arzusudur nostalji. İşte öyle bir zamanda uzun yıllar Bakırköy Akıl Hastanesinde çalıştım. Eşi az bulunur bir cömertlik, fedakârlık ve şefkatle hastalarını sarıp sarmalayan hemşire, sağlık personeli ve hekimlerin, hastaneyi hem kendileri hem hastaları için bir yuvaya dönüştürmek için gösterdikleri çabalara tanıklık ederek. Izdırapları, çaresizlikleri, yoksullukları yetmezmiş gibi, bir de kimsesizliğin ağır yüküyle iyice küçülmüş hastaları için nasıl çırpındıklarını görerek.
Sonra, yavaş yavaş tuhaf bir şey gerçekleşti, bariz bir kırılma. 1990’larla birlikte, en nihayetinde hastanelerin işletmelere, sağlığın piyasada bir mala dönüşeceği acılı süreç başladı. Uluslararası ilaç şirketleri, şirket temsilcileri, pahalı ilaçlar ve sermaye/paranın, velhasıl piyasa ilişkilerinin sağlık alanını büyük ölçüde belirleyeceği bir süreç. Sonunda hastanelerimizi kaybedecektik. Nitekim öyle oldu, sağlıkta piyasanın ve özel hastanelerin dönemi açıldı. “Paran kadar sağlık ve eğitim dönemi.” Hala canlı biçimde hatırladığım şu sahne söz konusu müthiş kırılmanın temsil edici bir örneği olarak görülmelidir demek ki: Gündelik bir sohbet esnasında, kamusal bir hizmet olarak sağlıktan, temel bir insan hakkı olarak sağlık hakkından filan konuşurken orada bulunan söz konusu ilaç şirketi temsilcilerinden birisi çok bilmiş, kendinden gayet emin ve diğer herkesi küçümseyen bir eda ile “iyi de tüm bunlar için finansman nasıl sağlanacak ki” diyerek hepimize “haddini” bildirmişti. Evrensel bir hakikatten söz ediyordu sanki ve ortamda derhal ona hak veren bir hava oluşuvermişti. Uzun yıllar boyunca hepimizi, zihinleri teslim alacak olan ideolojik iklimin yerleşmeye başladığı yıllardı.
Neoliberal kapitalizmin müthiş başarısı denen şey bu: Kendinden önceki egemenlik biçimi ve ilişkilerinin, yani kurumlara, kontrole, disipline, engellemeye ve bastırmaya dayanan iktidar ilişkilerinin yerini kurumların tasfiye olduğu, piyasanın hayatın bütününü istila ettiği, ikna eden, ayartan, teşvik ve motive eden iktidar ve egemenlik ilişkilerinin almasıdır neoliberalizm. Zorla boyun eğdirmek, itaatkar ve tabi özneler yaratmak yerine, esnek, hareketli, verimlilik ve performans ilkelerine göre davranan, kendi seçim ve kararlarını piyasadaki değişimlere göre yapan “özgür” ve “rasyonel” özneye yaslanan bir egemenlik ve iktidar sistemidir. Neoliberalizm, belki her şeyden önce yeni bir öznellik kipi, yeni bir düşünme ve akıl yürütme biçimidir. Yeni kavram ve tanımlarla yeni bir zihniyet dünyasının kurulmasıdır. O zihniyet dünyasına göre, örneğin ekonomi zıt çıkarların ve eşitsizliklerin vücut bulduğu ve üretildiği bir alan olmaktan ziyade, onları görünmez kılan borsa ve kur hareketlerinden ibaret bir alan sayılmalıydı artık. Travma kavramının asimilasyonu ve evcilleştirilmesi de aynı zihniyet dünyası içinde gerçekleşti. Psikanalitik teorinin çekirdeğinde yer alan travma kavramının radikal statüsünü kaybederek ideolojik bir içerik ve işlev edinmesinin hikayesi bu. Buradan devam etmek üzere.