Geride Bıraktığımız
Ömer Laçiner

14 Mayıs seçimlerinin üzerinden bir aya yakın zaman geçmiş olmasına rağmen, muhalefet cephesi aldığı sonuçlar karşısında uğradığı çok yönlü hayal ve umut kırıklığını, kapıldığı karamsarlık havasını dağıtamadığı gibi; iktidar cephesi kadroları da elde ettikleri başarıya rağmen, seçime haftalar kala kapıldıkları “galiba kaybedeceğiz” korkusundan sıyrılabilmiş değil. Öyle anlaşılıyor ki; bu hava 2024 Mart’ındaki yerel seçimlere kadar sürecek ve tarafların varoluş halleri, ”yol haritaları” o seçimin sonuçları da görüldükten sonra belirlenme rotasına girecektir.   

Ancak şunu şimdiden kesinlikle söyleyebiliriz ki; 2024 Mart'ı sonrası Türkiye “siyaset sahnesi”, yeniden kurulacak diyemesek bile, büyük ölçüde değişeceği bir sürece girecektir. Bu değişimin yönü, içeriği hakkında şimdiden sadece sınırlı öngörülerde bulunabiliriz; ama şunu kesinlikle söyleyebiliriz ki; Cumhuriyet’ten dahası son Osmanlı yüzyılından itibaren bu ülkenin siyasal ufkunu, siyaset zeminini birincil faktör olarak belirleyen “modernleşme sorunsalı” artık geride kalmıştır. 14 Mayıs seçim sonuçları Türkiye ahalisinin bu uzun tarihsel deneyimden çıkardığı sonuçların ve bunların ışığında kendisine nasıl bir varoluş tarzı tercih ettiğinin nihai özetidir.

Modernleşme sorunsalının odağındaki soru, nasıl bir toplum/devlet olmamız gerektiği idi. Türkiye, son iki yüzyıllık tarihinde ve özellikle bunun ikinci yarısında o soruya verebileceği fiili cevapların hepsinin deneyiminden geçti. En sonuncusu olan AKP’nin 21 yıllık iktidarı bütün diğer alternatiflerle kıyaslanmasına, ayrışan ve örtüşen noktalarının görülmesine imkân verdi. Dolayısıyla o sorunsala ilişkin nihai kararın/tercihin tarihsel koşulları oluşmuş, vakti gelmiş demekti.

Seçimlere gidilirken teşekkül eden iki büyük ittifak iki ana karar/tercih kümesinden oluşuyordu. Birinde modernleşme eğilimi daha ağır basan veya buna rıza gösterenler yer alıyorken, diğer cephede ise modernleşmeye karşıt veya kuşkulu mirastan gelenler mevzilenmişti. Her iki taraf da kavşağına geldikleri son iki yüzyılın kendileri açısından nirengi noktalarına göndermeler yaparak yürüttü seçim kampanyalarını. CHP’nin başını çektiği ittifak, tarafsız bir devlet aygıtı, temel hak ve özgürlükler ile yasalar önünde eşitliğin güvencesi gibi modern bir toplumun asgari hukuki kural ve kurumları temelinde bir restorasyon yolunu gösterirken; AKP etrafındaki blok, söz konusu kural ve kurumları enkaza dönüştüren ve bunu “yerli ve milli” olma adına yapan 21 yıllık iktidarın özellikle son döneminde epeyce döşediği yolda devam edilmesini istiyordu.

Bu iki öneri arasındaki fark, ne parlamenter sistem ile “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” arasındaki farklara; ne de demokratik rejimlerle otoriter/diktatoryal rejimler arasındaki farklara indirgenebilir. Bu indirgeme, söz konusu sistem ve rejimlerin kurum ve kurallarının toplumun tamamında aynı biçimde işleyeceği kabul edildiğinde mümkündür. Oysa AKP(-MHP)’nin demokrasinin restorasyonu tezinde ortaklaşan muhalefeti ve dolayısıyla onu destekleyecek toplum kesimlerini “gayri milli/yabancı” diye damgalayan propagandası, hiç de örtük olmayan bir biçimde “yerli ve milli” safta yer alacak olanların kendilerini imtiyazlı sayacakları, öyle muamele görecekleri –zaten kurulmaya başlanmış– bir düzeni işaret ediyordu. Mülakat yoluyla “yerli ve milli” olanların açıkça kayrıldığı istihdam ve sosyal yardım politikaları “sıradan insan”lara o imtiyazlı sayılma duygusunu sızdırırken, “yerli ve milli” büyükbaşlar arasında kurulan yağma ve yolsuzluk ağlarına katılma hayalleri de kurdurtabiliyordu. Bunlar Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala gibi iktidarın yerli ve millilik karşıtı diye damgaladığı insanların yasaların açıkça çiğnenmesi pahasına mahkûm edilmelerinden bile “onlara bu yapılıyor ama ‘biz’e değil” diyerek bir imtiyaz duygusu çıkarabilir.

Kitlesel desteğini İslâm dininden devşiren modernleşme karşıtlığının tam merkezinde olan bir konudan bahsettiğimizi bir kez daha vurgulayalım. Genel İslâmi inanış kavram setinde eşitlik zaten yer almaz; adalet ve şeriat kavramları Müslümanların üstün/imtiyazlı, olmayanların aşağı/zımmi sayılması üzerinden kurgulanır. Bu yüzden İslâmi bakış açısından modernleşme, öncelikle ve asıl olarak her insanı ve mümkün her alanı kapsayabileceği varsayılan eşitlikçi yönüyle tepki konusudur. Osmanlı son yüzyılında bu tepki Müslim ve gayrimüslimleri yasalar önünde eşitleyen reformlara odaklıdır. Müslümanları hayatın bütün alanlarında gayrimüslimlerden üstte ve açıkça imtiyazlı konuma yerleştirmiş olarak işleyen yüzlerce yıllık İslâmi Osmanlı düzenindeki bu reformları başından beri bir aşağılanma, ”gavura boyun eğme” hatta düpedüz gavurlaşma diye niteleyen geleneğin, bu kök yargının haldeki tezahürü, uzanımıdır “yerli ve milli”cilik.

Konuya devam edeceğiz ama önce varacağımız noktayı özetleyelim: AKP merkezli cenahın karşı saftakileri “yerli ve milli” olmamakla itham üzerine kurulu propaganda ve politikaları elbette Türk milliyetçiliğini kabartmaktan nemalanmayı da gözetiyordu ama asıl işlevi bu değildi. “ Yerli ve milli olmayanlar” kategorisine konulan düşünüş, davranış, giyim kuşam, yeme içme, eğlence, müzik zevki vb. alışkanlıkları olan kişi ve kesimlerin yasal olmasa da fiilen haklarını güvencesizleştirerek, “biz”den olanlarda tersinden imtiyazlı konum duygusu oluşturmaktı. Bu sefilce kurnazlık zirve noktasına LGBT-İ dolayımında erişti. Muhalefetin cinsel tercihlere karışılmayacağı gibi en sıradan bir medeni kuralı sadece geçerken ifade etmiş olması bile “fırsat”a çevriliverdi. Bunu seçim kampanyasının en başat temalarından biri haline getiren iktidar cephesi, Erdoğan dahil hemen tüm önde gelen sözcüleri ile bütün muhalefeti “bunlar LGBT-İ’ci” diye döne döne itham yağmuruna tuttular. Ve böylece hem “ötekileştirilen”leri aşağılama gerekçesi buluyor, hem de “bizden” olanlara vaat edilen imtiyazlı oluşa güya ahlaki bir dayanak sağlıyorlardı.

Muhalefetin ağır adaletsizlikler, yolsuzluk ve yağma furyasına dair ithamlarının ancak yayın yasakları ile güya savuşturulduğu, ama artık köy kahvelerinde konuşulacak kadar yaygınlaştığı için bilinmiyor denilemeyeceği bir ortamın yıllardır devam ettiği koşullarda muhalefetin bu çürüyüş halinden arınmış toplum vaadine AKP cenahı yürüyegeldiği “yerli ve milli” yolda devam propagandasıyla karşılık verdi. Ve ülke seçmenlerinin yarısından çoğu tercihini AKP ve müttefiklerinden yana kullandı. Biraz kaba olacak ama bu kesimin oylarıyla yaptığı tercih, ağır adaletsizliklerin mazlumu, mağduru “ötekiler”, yerli ve milli saymadıklarımız ise ve yağmaların, yolsuzlukların ganimeti “biz”den olanlar arasında bölüşüldüğüne göre mesele yok demektir diye özetlenerek “tercüme edilebilir”.

Bu tercümede epeyce bir gerçeklik payı varsa; toplumun diğer yarısının ve onları temsil eden bütün muhalefet odaklarının öncelikle bu gerçeklikle yüzleşme ve baş etme sorununa yoğunlaşması zorunludur. O gerçekliğin kendisi bilinmiyor değildi. Sarsıcı olan, muhalefet saflarında derin hayal/umut kırıklığına yol açan şey, ortada gerilemesi için gerekenden fazla neden ve koşul varken bile hâlâ “belirleyici”gücünü koruyabilmiş olmasıydı. Hayal/umut kırıklığının ve karamsarlığın bu denli yaygın olmasının nedenlerinden biri “mutfaktaki yangının götürmeyeceği iktidar yoktur” sözüne ve iktidarın her alandaki berbat siciline fazla güvenilmesidir. Bu güvenme tarafların kurulu düzeni değil uygulama sonuçlarını tartıştığı seçimler için büyük ölçüde geçerli olabilir. Ama 14 Mayıs seçiminin böyle olmadığını tüm taraflar yüksek sesle ilan ediyordu. Bir kader seçimiydi bu. Ve o nedenle de “mutfaktaki yangın”dan çok daha derine inen motivasyonlar gerektiriyordu. Mevcut düzeni sürdüreceğini söyleyen iktidar tarafı da bunu yapmak zorundaydı. Nitekim yukarıda özetle anlattığımız biçimde bunu yaptı da. Bu düzenin dipten doruğa bozuk, çürümüş olduğunu dile getiren, “değişim zorunlu” diyen muhalefet bunu bastıracak bir karşılık verebildi mi? Gerçi, temel hak ve özgürlüklere, yasalar önünde eşitliğe, devlet aygıtının tarafsızlığına tam saygılı bir parlamenter demokratik bir düzeni yeniden inşa vaat ediyordu. Fakat, vaat ettiği değişime ikna etme yeteneğine ve bunun için ilk şart olan tutarlılığa, perspektif netliğine sahip olması mutlaka gerekliydi. Değişim talepli hareketlerin “alametifarikası” olan sürükleyici rüzgâr bu sayede estirilebilirdi çünkü.

Soru şu: Muhalefetin en büyük bileşeni, merkezî gücü olan CHP etrafında kurulu blokta bu özellikler var mı idi? Yığınla gerekçeye ihtiyaç yok; sadece HDP(YSP) ile ilişkisi cevaba yeter. İddiası temel haklar, hukuk devleti ve demokrasiyi yeniden inşa olan tarafın HDP’yi bileşenlerinden biri olarak kabul etmeme tavrının o iddiaların mantığında hiçbir gerekçesi olamayacağına göre, tutarlılığından da, iddialarının içtenliğinden de söz edilemez. Bu tavrın gerekçesi ise yukarıdaki yargıyı daha da pekiştirecek cinstendir. AKP cenahının “PKK uzantısı, terörle irtibatlı” türünden ithamlarını zımnen benimseyen, daha kısık sesle dile getiren bu gerekçenin, bırakın hukuk ilkelerini, şu andaki fiilen kör topal yasalarda dahi dayanağı yokken, açılan kapatma davaları bu yüzden kadük kalıyorken CHP cenahı neden o gerekçeye sığınır?

Cevabın “İYİ Parti’nin diretmesi”nden ibaret olmadığını biliyoruz herhalde. Bu partinin malum Türk milliyetçiliğine ilaveten CHP'deki başat damarlardan biri olan “ulusalcı” sıfatlı Türk milliyetçiliği de HDP’ye yapılan bu maraba muamelesinin ortağıdır. Yaklaşık otuz yıldır Kürtlerin çoğunluğunun siyasal temsil mecrası olan bu partiye böylesi bir muameleyi reva görmek bütün milliyetçiliklerin –ve bu arada Türk– miliyetçiliğinin “fıtratı”na tamamen uyar. CHP cenahının seçimin ikinci turunda milliyetçiliğin parsasını bu kez Suriyeli, Afgan mülteciler üzerinden toplamaya çalışanların sırtını sıvazlaması da o fıtrata uygundur. O fıtratın temel hak ve özgürlüklerle, hukuk devleti ve demokrasi ile kökensel uyuşmazlığı, ancak şeklen uyarlanabileceği de biliniyor olmalıdır.[1]

O halde CHP ağırlıklı tarafın demokratik bir rejim inşa etme programı ne kendi içinde tutarlıdır, ne de içeriksel bir değişim vaat etmektedir. Mevcut rejimin neredeyse sadece “tek adam”a bağımlı yönüyle eleştirisine odaklanılması da bunun göstergesi. Kaldı ki o tek adam eleştirilerinde Erdoğan'ın dış politika fiyaskolarına, özellikle Irak ve Suriye’de saplanılan bataklıklara da –elbette milliyetçi “hassasiyet” paylaşıldığı için– değinilmedi bile.

Bu söylenenlerden CHP’nin ve merkezinde yer aldığı ittifakın daha en başından, temelden bir yanlış yaptığı, bu yanlışa düşmese pekâlâ galip geleceğini iddia etmek gibi bir sonuç kesinlikle çıkarılmamalıdır. Asıl belirtmek istediğimiz nokta, başta İYİ Parti ve diğer müttefiklerinden geçtik, bizzat CHP, geçirdiği bütün değişimlere rağmen parti olarak varoluşunun ekseninde yer alan ve haliyle o değişimleri de sınırlayan, kendine uyarlatan “genetik özellikleri” nedeniyle zaten yapamazdı bunu. Dolayısıyla şunu pekâlâ ileri sürebiliriz ki; bu seçim kampanyasında CHP yapabileceği en verimli olabilecek politik stratejiyi uygulamaya çalışmış, ama sonuç alamamıştır. Rakip ittifakla arasında oluşan iki buçuk milyonluk oy farkı yapılan “hatalar veya kusurlar”la izah edilemeyecek ölçüdedir. Ki eğer kaybetmiş olsaydı AKP'li cenahın hanesine yazılacak “hatalar” listesi birkaç kat uzun olurdu.

Dolayısıyla Millet İttifakı ve asıl olarak CHP neden kaybetti sorusunun cevabı esasa bakılarak araştırılmalıdır. Az önce CHP’nin kampanya stratejisinin seçebileceği en verimli olabilecek tercih temelinde kurulduğunu ileri sürdüğümüz için, o sorunun cevabını uygulamaya bakarak aramamız gerekiyor.

CHP, AKP cenahının muhalefete oy verecek olanları tamamen ötekileştiren, neredeyse düşmanlaştıran kampanyasına tüm milleti kucaklayan, köken ve eğilimleri ne olursa olsun tüm yurttaşları eşit hak sahibi sayan bir söylemle karşılık verdi. Oy güçlerine, AKP’li geçmişlerine bakılmaksızın onlara yönetimde olabildiğince eşit söz hakkı ve kontenjanlar tanıma kararlılığını da sergiledi üst yönetim olarak. Ama “saha”daki tutum ve özellikle medya organlarının havası bununla bariz biçimde çelişkili idi. İYİ Parti’yi incitmemeye titizlik gösterilmesine mukabil, AKP'li seçmen kitlesini etkilemek, “kucaklaşma” vaadini test etmek bakımından kritik olan DEVA ve Gelecek partililere ilişkin tavır açıkça hırpalayıcı idi. AKP’li geçmişleri nedamet getirmeleri talep edilircesine hatırlatılıyor, vaktiyle CHP’nin “altın çağı”na, 1920’li 30’lu yıllara dair eleştirel ifadeleri olanlar ağır sıfatlarla teşhir edilebiliyordu. CHP camiasında seslerini en fazla duyurma imkânına sahip “ulusalcı” kanattan yükselen bu itirazlar, “kucaklaşma ve helalleşme”ye burun kıvırdıklarını, asıl istediklerinin “hesaplaşma” olduğunu açıkça söyleyebiliyorlardı. Kendi lehine olduğunda pireyi deve yapmakta “usta”laşmış “AKP zihniyeti” üzerine gitmese bile; AKP'den uzaklaşmaya meyilli olanları caydırmak için birebirdi bu tavırlar. Yani AKP cenahının seslendiği kitlelere, “helalleşme laflarına inanmayın, bu CHP'nin bildiğiniz, dedelerinizin, babalarınız anlattığı ceberut, size tepeden bakan, horlayan CHP’den farkı yok” telkini yapması için uyduruk videolar, sahte afişler imal etmesine gerek yoktu.

Burada CHP’ye tepkinin neden bu kadar derine işlemiş, zamanla kaybolmaya yüz tutmayan, bir biçimde yeniden depreştirilebilir oluşu üzerinde özetle durmalıyız. Bu tepkinin kökeninde Osmanlı modernleşmesinin gayrimüslimlere eşit haklar tanıma girişimi olduğunu, bunun da Müslüman tebaa nezdindeki karşılığının varoluşlarının “ayrılmaz” bileşeni saydıkları üstün/ayrıcalıklı statüden koparılma olacağı için tepki duyulduğunu belirtmiştik. Ancak, Abdülhamid ve İttihat-Terakki dönemlerinde eşit haklar rejimini savunan “modernistler” de Müslüman ve özellikle Türk ahalinin imtiyazlı ve egemen statülerini sürdürebilmesini amaçladıkları, bunun ekonomi, bilim, eğitim gibi –modern– alanlara da taşınma yollarını aradıkları için bu tepkinin doğrudan hedefi değildiler. Dönemin Mehmet Akif, Afgani, Said Nursi gibi ünlü, etkili İslâmcıları da bu arayış kulvarında yer aldıkları için tepki cılız ve sinikti de zaten.

Cumhuriyet’in ardından yürürlüğe konulan “Atatürk devrimleri” ise bu tepkiyi canlandırmanın yanı sıra, çok daha önemli olarak, onu imtiyaz kaybına, eşitlenmeye duyulan tepki olmaktan aşağılanmaya, fiilen ikinci sınıf yurttaş konumuna indirgenmeye karşı duyulan tepkiye dönüştürdü. Gayrimüslimlerden “arındırılmış” ülke halkının birincil kimlik özelliği saydığı Müslümanlık ile adeta özdeş sayılan Arap-Kur’an-harflerinin ve İslâmi takvimin terki, tekke ve zaviyelerin kapatılması ve Batılılar gibi giyim kuşam mecburiyeti gibi “devrimler”in dayatma yöntemleri ve üsttenci bir dille yürürlüğe konması, haliyle haysiyet kırıcı bir kimliğe saldırı olarak algılandı. Belki daha da önemli olarak rejimin bu “devrimler”e bir biçimde uyarlanan yurttaşlarını açıkça imtiyazlı, birinci sınıf saymasa bile belirgin biçimde kayırması, sırtını sıvazlaması, buna mukabil direnç gösterenleri ve gönülsüzleri mahkûm etmeye hazır tutumu, bu kesimlerde güçlü bir alt sınıfa itilmişlik yargısına yol açtı. Necip Fazıl’ın ünlü Sakarya şiirinin “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya” dizesi bunu anlatır.

Şüphesiz, muhafazakâr, dinine bağlı kitlelerin “parya”laştırıldığı iddiası aşırı bir abartmadır ve ayrıca onları bu konuma ittiği söylenen Atatürkçü kadro ve destekçilerine böylesine bir niyet ve amaç yakıştırmak insafla bağdaşır değildir. Ancak ortada iki yüzyıldır aşılamamış bir sorun, yüzyıldır sancılarıyla ülkeyi kıvrandıran bir açık yara da vardır. Bu yaranın olabildiğince açık kalması, ülkenin çoğunluğunu oluşturan muhafazakâr-dindar kesimin desteği üzerinden iktidara gelmeyi amaçlayanların elbette yararınadır. AKP’nin o yarayı bir de iltihaplandırmanın yanısıra, “yarayı açan”ları da yaralayan “yerli ve milli” etiketli politikalarıyla iktidarını önümüzdeki yıllara yaymanın da yolunu döşediğini düşünebilir.

Fakat biraz dikkatle bakıldığında görülecektir ki; kabuk bağlamayacak, kısa sürede tamamen kapanmayacak bir yara değildir söz konusu olan. 1960 larda sosyalist akımın ülke için yeni oluşunun rüzgârıyla estirdiği havanın, sağ-muhafazakâr iktidar, CHP ve Ordu ekseninde dönen siyaset alanını nasıl başkalaştırdığını bir yana bıraksak bile; 1970’te “Atatürk devrimleri”ne “gardrop devrimleri” diyerek CHP içinde bayrak açan Bülent Ecevit’in partisinin yıllardır takıldığı oy seddini art arda iki kez aşıp birinci parti konumuna yükselterek %42’ye ulaştırabildiğini özellikle hatırlamalıyız. CHP’nin tek başına iktidar döneminin bu örtük, ucundan kıyısından özeleştirisi dahi yüzbinlerce muhafazakâr-mütedeyyin insanın CHP’ye yönelmesine yetebilmişti.

Gelinen noktada hiç şüphesiz mutlaka yapılması gereken özeleştirinin çok daha açık sözlü, kapsamlı ve tabu kırıcı olması şarttır. Modernleşme taraftarlığının tarihsel haklılığından, bunun insanlığın gelişimi perspektifinde ileriye doğru bir sıçrayış olduğu tezinden geri adım atmadan; bu adlandırma altında yapılmış herşey gönül ferahlığı ile eleştirilebilmelidir zaten. Bu, sırf CHP’ye yönelik, onun tarihsel süreci ile sınırlı ve yakın gelecekte gireceği seçimlere hazırlanması için verilmiş bir “tavsiye” değildir, Çünkü daha önce de değişik biçimlerde ve bağlamlarda açıklamaya çalıştığımız üzre; 14-28 Mayıs seçimi Türkiye'nin iki yüzyıllık “modernleşme sorunsalı”ndan çıkış “karnesi” olacaktı. Bu bakımdan seçim ertesi önümüze konulan notlara bugüne varan geçmişimizin varış noktaları olarak bakmaktan çok daha fazla, geleceğimiz için başlangıç noktaları olarak bakmaya şimdiden yönelmeliyiz.

Bu ülke ve halkı, hayli geç farkına vardığı ve rüzgârında sürüklenmekten öte pek katkısının olmadığı ilk sanayi devriminden çok daha kapsamlı ve hızlı adaptasyonları zorlayan çağdaş bilimsel-teknolojik devrimler dalgası ile nasıl yüzleşeceği sorunsalını ister istemez koyacaktır artık önüne. Ve buna, ne olduğuna, hangi özelliklerine yaslandığına ve bileşenleri arasında nasıl bir ilişki kurduğuna dair önkabullerinin test edildiği “14 Mayıs gerçekliği” üzerinden başlayacaktır elbette. Oluş(turul)acak yeni siyasal ufkun zemininde yer alacak bu gerçekliğin kendini yeni sorunsala uyarlayan geleneksel siyaset mecraları ile mi yetineceğini, yoksa kendisini değişime/dönüşüme çağıran yeni mecralara mı yöneleceğini çok geçmeden göreceğiz.


[1] Milliyetçilik, bir ulus-devlet halkının bir “dış güç” tarafından fili bir tehdit ve tehlikeye maruz kalması hali veya ihtimali karşısında varlığını ve haysiyetini koruma iradesini ifade etmez. Çünkü bunu ifade etmek yurtseverliktir ve ayrım yapmadan ulus-devletin tüm yurttaşlarını kapsayan bir dili vardır. Milliyetçilik ise tam aksine ulus-devlet yurttaşlarının bir kesimini “iç düşman/ gayri milli” addeden bir yaklaşım ve dildir. Bu iç düşman daha adil ve eşitlikçi bir toplum talep eden bir yoksullar-emekçiler hareketi de olabilir veya aşağı statüde görülen/tutulan etnik topluluklar da. Milliyetçilik bu tür talep ve hareketlere karşı çoğunluk etnisitenin egemenlik dürtüsünü harekete geçirerek mukabele etmesinin ideolojisidir. Nitekim milliyetçiliğin bir siyasal hareket ve ideoloji olarak ortaya çıkışı ve tarihi yukarıdaki şemaya –hemen hemen istisnasız biçimde– uyar. Milliyetçiliğin-dünya ölçeğinde-ilk “yükseliş”i olan 1918-1945 dönemi bunu eksiksiz biçimde doğrular. O dönemde Nazi Almanyası’nın işgaline uğrayan ülkelerdeki milliyetçi hareketlerin hemen tümü, bu işgale direnen, savaşan yurtseverlerin karşısına Nazi işbirlikçisi olarak dikilmekten utanmadılar bile. Günümüz Türk milliyetçiliğinin “kurucu babaları”nın ortaya çıktığı o dönemde bu şahısların Nazi Almanyası ile ilişkilerine de bakınız, bir fark görebilecek misiniz?