Seçimlerden Sonra (2): Ölüm Dürtüsü Toplumu
Erdoğan Özmen

Freud’un en başından itibaren merak ettiği ve dolayısıyla psikanalizin teorik/pratik/teknik bir disiplin olarak kurulmasına yol açan temel soru şuydu belki de: İnsan -ve insan toplulukları- neden kendi yararına olmayan, dahası acı çekmesine ve mutsuz olmasına yol açan davranışlar sergiler. Kendimizi neden tekrar tekrar aynı acı veren ve mutsuz eden ilişki ve olayların içine sürükleriz? Maddi koşul ve olanakların sürekli gelişmesine, zenginleşmesine ve daha elverişli hale gelmesine rağmen kendimizi neden mütemadiyen geçersiz kılan, yok sayan, zarar veren ve yıkıcı eylem ve durumların içinde buluruz? Kendimizi habire sabote etmemizin, hazzımızı ertelememizin, sıkıntı veren ve suçlu hissettiren yollara sapmamızın, varoluş kudretimizi ve yaşam sevincimizi/enerjimizi eksilten seçimler yapmamızın sebepleri nelerdir? Neden başkalarıyla birleşmek, kaynaşmak, yakınlaşmak, bağ ve ilişki kurmak, iletişim ve diyalog halinde olmak yerine ayrılmayı, uzaklaşmayı, ilişkisizliği, kopukluğu, ayrışmayı, tanımamayı ve yok saymayı tercih ederiz? Bir türlü üstesinden gelemediğimiz, üşengeçlikten ertelemeciliğe uzanan bir yelpazede yer alan ve yetenek ve kapasitelerimizin çarçur edilmesine yol açan tüm o motiveler boyunca neden oyalanır dururuz? Anksiyeteden depresyona, psikosomatik yakınmalardan obsesif düşüncelere, muhtelif bağımlılıklardan kendine yönelmiş yıkıcılığın çeşitli temsillerini, tüm bu semptomlar kümesini tekrar edip durmamız, kendimize semptoma yapışık bir varoluşu reva görmekteki “delice” ısrarımız nedendir?    

Freud’un bunun için icat ettiği kavramdır ölüm dürtüsü. Daha doğrusu bu amaçla, yani yukarıda andığımız fenomenleri açıklamak için ruhsal yapıyı ölüm ve yaşam dürtüleri (thanatos ve eros) arasında süregiden bir kavga alanı olarak, demek kendine karşı/kendi içinden bölünmüş bir yapı olarak tahayyül etmiştir. Kurucu bir yarılmanın boydan boya katettiği tuhaf bir “bütünlük”, temel bir çelişkiye yaslanan bir “birlik” olarak. İki karşıt güç arasındaki indirgenemez bir gerilim ve çatışmanın tekrar tekrar sahnelendiği, o gerilim ve çatışmayı temsil eden ve cisimleştiren bir yapı olarak psikenin, söz konusu ıstırap ve tatminsizlik pratiklerinin de ortaya çıktığı vasat olarak kavranmasıdır bu. Bu anlamda “Haz İlkesinin Ötesi” (1920) metni Freud’un düşünsel serüveninde belirgin dönüm -belki de kırılma-noktalarından birisidir. Belli başlı düşünce, duygu ve davranışlarımızı belirleyen, yöneten ve biçimlendiren güç “haz ilkesi” değildir artık. Ruhsal yapının artık “haz ilkesi”nin önceliğine ve temel kural oluşuna göre kavranamaz olması demektir bu.

***

Tam ortadan yarılmışken, iki parçaya bölünmüş şu mevcut halimizle buradan nereye gidebiliriz ki? Söz konusu bölünmüşlüğü/yarılmayı sürdürmekten, karşı taraftaki ötekilerin tümünü güçsüz, zayıf ve çaresiz bir konuma düşürmekten aldığımız tuhaf tatminin farkında bile değiliz çoğu zaman. Kıstırıldığımız, kendimizi kapattığımız karşıt kutuplarda ikamet etmenin, bütün konuşma ve tartışmalarımızı oradan yürütmenin ve daima öteki tarafa seslenmenin kolaycılığına kapılmış haldeyiz. Dolayısıyla her konuşma ve eylemimiz ancak karşı tarafa hitaben ortaya çıktığı ölçüde her seferinde aynı karşıtlığı yeniden üretiyor ve pekiştiriyor. Gündelik hayatlarımıza, yaşam tarzlarımıza, inanç ve değerlerimize ilişkin ne varsa tümü (kılık kıyafet biçimleri, kimlikler, ibadet pratikleri, törenler, ritüeller, kutsallar, hak ve özgürlükler) kendisi, kendi için bir şey olmaktan çıkıp, verili bölünmeyi ve kutuplaşmayı doğrudan aktardığımız ve yansıttığımız basit yüzeylere, araçlara dönüşüyor. Mutluluk ve sağlığımızın koşulunu ancak karşı tarafın geriletilmesinde görüyoruz. Buradaki stratejilerin kendimizi de gerilettiğini ve güçsüz kıldığını fark etmiyoruz bile.

İktidar ve güç peşinde koşan, gözleri sefil bir iktidar ve güç mücadelesinden ve bunun için yaptıkları yığınaklardan başkasını görmeyen, her türlü ahlaki ilkeye, kural ve yasaya tabiyeti ve bağlılığı gereksiz ve beyhude sayan failler için, onlar üstümüzde rahatça tepinsin ve nefret ve hınçla yüklü iktidar oyunlarını sürdürsün diye bu bölünmüşlüğü  onlara bir armağan gibi sunuyoruz. Onlarla hiçbir ortaklığımız filan yok bizim: Çünkü biliyoruz ki, insanı insanlığından çıkaran, sefil ve ruhsuz bir otomata çeviren iktidar/güç arzusu ve arayışının kökenindeki şey, demek, kendini iyi ve kötünün, suçluluk ve masumiyetin, her türlü sorumluluk ahlakının ötesine yerleştirme hırs ve tutkusu ancak insanlık kaidesini terk etmekle mümkün:  

“Gözümüzün önünde cereyan eden dram, kendi üstündeki lanetin ve genel olarak tüm lanetlerin gücünü inkar etme kibri gösteren, hatta daha ileri giderek, suçu tanımlayan yasaları kendi yaptığından, suç işlemesinin zaten mümkün olmadığını savunan bir yöneticinin, George W. Bush’unkidir (Bush’un başkalarının maşası olup olmadığının burada bir önemi yok).[1]

Ancak sol aşabilir bu ikiliği. Bu ikiliğin ötesinden/dışından ancak sol seslenebilir hepimize. Nasıl bir toplum olmak istiyoruz, kendimizi hep birlikte ve ortaklaşa ne yapmak istiyoruz, sorularını sol sorabilir ancak. Muhataplarına, hepimize. Bu ölümcül kısır döngünün farkında olarak, ama onun tuzaklarına da düşmeden. Hiçbir komplekse kapılmadan hepimizi muhatap görerek o soruları sorabilmek çünkü, ötekinin yok edilmesiyle, ötekinin oluşturduğu engel ve sınırların aşılmasıyla elde edeceğimiz nihai bir mutluluk ve zevk olmadığını daha baştan varsaymak demektir. Hepimize aynı ortak çabaya katılma davetidir bu:    

“Bugünkü kültürel çamuru yadsıyabilmek için, parmak uçlarımızda uyandırdığı o rahatsız edici kaşıntıyı duyabilecek kadar ona bulaşmış, ama aynı zamanda onu reddedebilecek gücü de yine bu bulaşma içinde kazanmış olmak gerekir. Bu güç kendini bireysel direnç olarak ortaya koysa da sadece bireysel bir olgu değildir: Güçlü bir düşünsel vicdanın içinde, ahlaki süperego kadar, toplumsallık anının da payı vardır. İyi toplum ve iyi yurttaşa ilişkin bir anlayıştan doğar böyle bir vicdan.”[2]  


[1] J.M.Coetzee, Kötü Bir Yılın Güncesi, Çev.Suat Ertüzün, Can Yayınları, 3. Basım, Temmuz 2014, s.53

[2] Theodor W. Adorno, Minima Moralia (Çev. Orhan Koçak-Ahmet Doğukan), Metis, 1998, s.30