Söyleşi türünün belki kendisini değil de bu kadar yaygınlaşmasını, başka düşünce edimleri aleyhine yayılmasını zihinsizleşmenin, kültürel yozlaşmanın belirtilerinden biri sayabilir miyiz? Olabilir ama oraya varmadan önce söylenmesi gerekenler var.
***
Söyleşi derken neyi kasdettiğimi hemen belirtmeliyim, neyi kasdetmediğimi de. Dertleri olduğu halde susturulanlara, bir mecraya sahip olmayanlara uzatılan mikrofondan söz etmiyorum; kendisi dilsel olmayan bir yapıtın (bir “sert bilim” çalışmasının, bir mimarlık veya mühendislik ürününün) çevresinde gelişen konuşmalar da değil kastım. Şüphesiz profesyonel politikacılar ve profesyonel devrimciler de (ama bu ikincilerin zaten gün ışığına çıkmamak için sebepleri var) çerçevenin dışında kalıyor. Esas olarak dilsel bir yapıtın, demek sayfa üstündeki harf kümelerinden başka kefili olmaması gereken, neyi söyleyecekse oraya, sayfaya topladığı varsayılan bir yapıtın “yaratıcısıyla” yapılan söyleşilerdir konumuz. – Ama ilk bakışta sanılabileceği gibi, sadece sanat yapıtları giriyor değildir bu çerçeveye. Üstelik, “bir yapıtın kendinden ibaret olduğunu” da hiç düşünmedim.
***
“Kant veya Hegel hiç söyleşi verdiler mi” diyerek ucuz puanlar toplamaya tevessül etmeyeceğim, çünkü bu insanlar hiç televizyona da çıkmadılar. Muhtemelen Aşk-ı Memnu’nun romanının çıktığını da bilmiyorlardı. Kant’ı bilemem ama Hegel mikrofonu uzatan genç kültür işçisini terslemezdi gibi geliyor bana. Öte yandan o yılların en önemli birkaç kitabından biri günümüzün nedense pek sevilen romantik-ticari deyimiyle bir “nehir söyleşi” idi: “Eckermann’la Konuşmalar”. Adorno’nun hiç yayınlanmış söyleşisi yoktur, ama 50’li ve 60’lı yıllarda sanat ve edebiyatla ilgili bazı temel yazılarını önce radyo konuşması olarak sunmuştu. Heidegger’in, Gadamer’in, Sartre’ın, hatta Arendt’in böyle şeylerden uzak duramadığını biliyoruz, ama baraj geçen yüzyılın ikinci yarısında çöktü asıl, en çok da Paris’te: Foucault, Deleuze, Derrida, üçünün de sadece söyleşilerden oluşmuş veya söyleşi tarzında yazılmış kitapları vardı, genç kültür işçisinin işini de gasp ediyorlardı.
Bu söyleşilerin içeriği, kalitesi, kofluğu ya da doluluğu önemsiz değildir elbet, ama bir tür olarak söyleşinin, daha doğrusu “söyleşi yatkınlığının” başlı başına bir kalite ölçütü veya Bourdieu’nün kullandığı anlamda bir “seçkinlik” ölçütü (demek bir tür “kültürel sermaye”) haline geldiği de söylenebilir. Burada iki karşıt değerlendirme veya eğilim görülüyor. İlerici (?) kamuoyunca da “kamusal aydın” kavramıyla kutsanan birincisinde yazarın (ister edebiyatçı, ister fizikçi) hiç susmaması beklenir: depremden seçimlere, son çıkan kitabından “Türkiye’nin dünyadaki yeri”ne kadar hemen her konuda (ama mesela soykırım konusunda değil) fikir beyan etmesi gerekiyordur. TV’lerde, basında, edebiyat dergilerinde ve gazetelerin sanat-kültür eklerinde ne kadar yer bulursa kalitesi (sermayesi) de o kadar artar. Edward Said’in bir “kamusal entelektüel” olduğunu kimse yadsıyamaz, sadece sınırda İsrail tarafına taş atmasıyla değil, Filistin-İsrail çatışması konusunda uluslararası ana akım medyanın İsrail yanlısı tutumunu açığa çıkaran yazı ve söyleşileriyle önemli bir işlev üstlenmiştir. Şu var ki ardında Şarkiyatçılık ve Kültür ve Emperyalizm gibi kitaplar olmasaydı ona medyada bu kadar geniş yer açılabilir miydi?
Öte yanda, bazılarının “medya nanesi” olarak nitelediği söyleşi-sevmez ve fotoğraf-vermez yazar tipi yer alır (burada “yazar ve sanatçı” diyemiyorum, çünkü modern dünyada bu tipolojiye giren bir sanatçı düşünmek zordur, “yabani” Joseph Beuys aynı zamanda bir performans sanatçısıydı, görülmek için sahneye çıkıyordu). Üç, belki dört konum veya “duruş” ayırt edilebilir bu alanda: Ece Ayhan gibi, “söyleşilerim de şiirlerimin bir uzantısıdır” diyerek her fırsatta söz almaktan veya “ayağa kalkanlar” diye trend ve takdir listeleri açıklamaktan hiçbir mahcubiyet duymayanlar[1]; mutlak temsilcisi Thomas Pynchon olan “medya nanesi” (şimdilik seksen küsur yıllık hayatından bize kalan sıfır söyleşi ve sadece iki görüntü: okul yıllığındaki resim, bir de küçük oğluyla lokantadan çıkarken yakalandığı fotoğraf); birinci duruşu destekleyen çünkü kendileri de kültür endüstrisinde işçi ve yönetici olarak görevli bir kesim ki, zaten “medya nanesi” terimi de onların parlak temsilcilerinden biri tarafından ortaya sürülmüştü.[2] Bir de dördüncü ya da üç buçukuncu konum düşünebiliriz, gölgeye çekilmiş olanın değil de gölgede kalanın tavrı: birinci duruşu da ikincisini de affedemiyordur, ilkini fazla görünür olduğu için, ikincisi de kendisi öyle yapacak imkanlara sahip olmadığı için. – Peki neydi bu naneleri nanelik yapmaya yönelten şey, sadece aksilikleri, huysuzlukları mı?
***
Yazar son derece neşeli, nazik, ehlikeyf bir sofra ve salon insanı, görülmek-görülmemek gibi bir derdi hiç olmamış; solcuysa ara sıra mitinglerde konuşma bile yapmış, ama şu kadar yıllık ömründe herhangi bir sözlü, yazılı, görüntülü söyleşi davetini de kabul etmemiş: ne hayatıyla, ne de yalnızca yapıtıyla ilgili. Çekingen, mahcup bir tip olmadığını bildiğimize göre, pek kişisel sayılamayacak etkenler aramalıyız bu “saklanmanın” ardında. Kitap artık benden çıktı, diye düşünmüş olabilir, şimdi benim kadar herkesin, hatta benden çok onların. Yeni yorumlarla yapıtın konumu, değeri, hatta içeriği değişecekse eğer, bu yorum başkalarından gelmeli. Onu ben kendim bir kez daha anlatmak, açıklamak ve anlaşılır (“sevilir”) kılmak zorunda kalıyorsam, ya karşımda çok aptal bir okur/seyirci kesimi var demektir, ya da ben işimi iyi yapamamışımdır.
İdeal durumda, kitabın yazılışı terzi provası gibi olmaz, düzeltmeyi okurdan “feedback” almadan yine yazarın kendisi yapar (biz bu düzeltmeleri yayıncının himmetiyle sonradan görüp karşılatılabilirsek ne âlâ). Kitap baskıdan çıktığı anda Proust’un bile düzeltme/ekleme hakkı kalmamıştır. Bu noktada işleri karıştırabilecek iki alternatifi, Kayahan Özgül’ün deyimiyle iki “sekmeyi” de göz önünde tutmamız gerekiyor. Birincisi, en ünlü örneği Niteliksiz Adam olan “tamamlanamamış” roman. Aslında söylenebilecek bir şey yoktur, ama hayıflanmalar, keşke’ler, spekülasyonlar da sonradan romana, daha doğrusu romanın halesine dahil olur; bu katmanları sıyırıp atmadan okumak zorlaşır, aslında belki atmaya da gerek yoktur: bırak kitabın kendisi bu sonraki “mızırdanmaları” yargılasın ya da onlarla bir kimyasal etkileşime girsin!
İkinci “sekme” vaktiyle Anglo-Sakson kültüründe work-in-progress (“ilerleyen yapıt”) denilen ve yine en şöhretli örneği James Joyce’un iki büyük romanı olan yazma ve yayınlama tarzı. Kitap nihayete ermeden önce parça parça şurada burada çıkar ya da enformel veya gizli kanallardan okuruna ulaşır. Memleketimden İnsan Manzaraları bunun en güzel örneğidir. Daha yakın zamanda Enis Batur da uzun şiiri Opera’yı böyle tasarlamıştı, ama birinci kitaptan sonra arkası gelmedi, belki de bizimle eğleniyordu. Ne olursa olsun, ben bu saydığım yazarların okurdan “tiyo almak” istediklerine, kitaplarını Turgut Uyar’ın deyimiyle “okurlarıyla birlikte” yazmaya gönül indirdiklerine inanmıyorum.[3] Asıl amaç, en çok da Joyce için, “bir polemik olarak ilerleyen yapıt” gibi bir şey olmalı diye düşünmüşümdür, hem Londra hem de Dublin edebiyat çevrelerini rahatsız etmek. Ama son 20-30 yıldır bunun yozlaşmış bir biçimine tanık oluyoruz: bölümden bölüme değil de kitaptan kitaba work-in-progress. Artık sahiden okurcuklarla birlikte ve onlar için yazılıyor gibidir romancıklar, öykücükler, şiircikler. İki kitap arasında pazarın değişen tercihlerini gören yazar kendini buna uyarlıyor ve yayıncısından [4] teşvik görüyordur. Tarih satıyor, mit ve efsane satıyor, baba-oğul satıyor, polisiye entrika satıyor, kırgın-yaslı ses ya da tersi yine satıyor. Şüphesiz, bunun “test edildiği” yerlerden biri de “söyleşi kurumu” olacaktı, edebiyat pazarı için bir barometre.
***
Yazarın, himayeden (sarayın, kilisenin, tekkenin, kabilenin, oymağın veya köyün himayesi) çıkıp bu kez anonim pazara teslim olana kadar (veya modern ve kitlesel bir diktatörlüğün emrine girene kadar) yaşadığı varsayılan bir özerklik aralığı vardır, yaklaşık Romantizm'den Modernizm'e kadar süren bir ara dönem. Çeşitli yanılsamalardan örülmüş olsa bile böyle bir özerkliğin o aralıkta yazarlar tarafından bir çeşit “ego ideali” olarak benimsendiğini ve hem yazılarına hem de hayatlarına yön verdiğini, başka bir deyişle sevinçlerinin de, gururlarının da, sancılarının da, utançlarının da kaynağı olduğunu öne sürebiliriz. Bu durumda herhangi bir ampirik okur çevresi (köy, cemaat, bakanlar kurulu, genel kurmay, karşı cinsin veya eş cinsin canlı mensupları, “bizimkiler”, etnik/dinsel grup) için değil, ego idealinin içeriğini oluşturan ve genellikle bazı ölü yazarlarca temsil edilen birtakım ilkeler, fikirler ve duygular için, o fikir ve duyguların “hoşuna gitmek” için yazıyordur. Bir söyleşi varsa onlarladır, sözler onların onayına sunulmuştur. Kapris değildir yazarın huysuzluk ve titizliği, deneyin, özgürlüğün ve kısaca rastlantının bir determinizmi vardır.
Söyleşilerde de fark edilir yazarın kimlerle konuştuğu: O sırada radyoyu dinleyenlere, TV’yi seyredenlere, o ayın dergisini karıştıranlara mı seslenmiştir, onları “kazanmak”, hatta irkiltmek midir amacı, yoksa onların ardından bazı zorlu ölülerle mi tartışıyordur – bunu ayırt etmek çok zor olmasa gerekir.
***
Bugüne inelim, bizim durduğumuz yere, kitap-kültür-sanat ilavelerinin ve internet dergilerinin meclisine. Endüstriyel bir alandayız. Genç (veya orta yaşlı) kültür işçisi burada bizimledir, zamanın, geçmeyen yetersizliğin ve geçim sıkıntısının basıncı altında. İleriye ve geriye bakacak mecali ve izni yoktur, yanlara da. Söyleşi isterken ya hiçbir düşüncesi, tasası olmamalı, ya da o yazara ve hatta Edebiyata hizmet ettiğine kendini inandırmalıdır, yoksa işi büsbütün sıkıcı hale gelir. Yayıncı da yüksek ilan maliyetini üstlenmek yerine, genç ve orta yaşlı kültür işçisini teşvik etmeyi yeğler (üstelik çoğu zaman maddi müşevviklerden de kaçınır, manevisiyle idare eder; bu vesileyle o yazarın tanışları arasına katılmak da bizim için bir kazançtır).
Önümde iki yol vardır o zaman: ya kitabı (ve yazarın önceki işlerini) okuyarak bir iyi kötü bir yazı yazacağımdır, ya da zahmetsiz olanını, söyleşi “formatını” yeğleyeceğim. Vaktim yoktur, şahsın bütün kitaplarını elden geçiremem; zaten ne dediği pek iyi anlaşılamıyordur; ya da sahiden çok sıkıcıdır. Onunla “Proust anketi” tarzı bir söyleşi, beni de berrak ve belli uzunlukta cümleler kurma mecburiyetinden kurtaracaktır.
Yazardan kitabını anlatmasını, onu hangi saiklerle yazdığını açıklamasını, kitabın sırrını ifşa etmesini ister. Kitap bir kez daha benim anlayacağım cümlelerle temsil edilmelidir. Bunu yapmaya dünden razı olan yazarlar da zaten oradadır.
Yaşasın söyleşi.
[1] Ece Ayhan belki bir uç örnekti, ama mesela Yaşar Kemal, İlhan Berk veya Leyla Erbil de söyleşi vermekten ve görünmekten kaçınmadılar. Necatigil, Turgut Uyar veya Bilge Karasu gibi gölgeliklerde durmaya yatkın olanlarsa sadece sevdikleri veya zevkine, kavrayışına güvendikleri kişilerle konuştular – resimler de çoğunlukla meyhanede grup fotoğrafları.
[2] Yanlış hatırlamıyorsam Hürriyet’te çalışan gazeteci-yazar Sefa Kaplan’dı deyimin müellifi, 80’lerin sonunda. Ona göre bir karşıtlığın bir ucuydu bu duruş: “medya nanesi” v.s. “medya maydanozu”. İkinciler “her b.ka maydanoz” olanlardı (Yazarın Ece’yi bu gruba sokup sokmadığını bilmiyorum). Demek nane ile maydanoz arasında makul bir orta konum vardı, ifratlardan ve tefritlerden kaçınanlar, bizim rahmetlinin hep dediği gibi. Tuhaf bir şekilde, o sıralarda yayın kurulunda bulunduğum Defter dergisini “nane” sınıfının örneği olarak sunuyordu Kaplan. Hiçbir söyleşiciyi geri çeviremeyecek kadar ün fukarasıydık oysa!
[3] Belli bir “kimlik grubuna” ve sadece ona erişmek için yazanların durumu ayrı tartışmanın konusu olabilir.
[4] Uyar, formülüne, “yayıncı ve görevli eleştirmeniyle birlikte yazmak” cümlesini de ekleyebilseydi…