Solun Solluğu
Murat Belge

Seçim yapılıp CHP bilmem kaçıncı kere seçim kaybedince “değişim” kelimesi (“kavramı” demeye dilim pek varmıyor) gündemin başına oturdu. Deniyor ki partide “değişim” gereğine inanmayan yok – ama sıra neyin değişmesi gerektiği sorusuna gelince her kafadan başka ses çıkıyormuş.

Normaldir. Kolay değil. Üstelik böyle bir durumla karşılaşan bir tek Türkiye’nin Cumhuriyet Halk Partisi değil; bütün dünyada, “soldayım” diyen her siyasi kuruluş kendi koşulları içinde böyle bir arayışa girme gereğini duymalıdır ve herhalde duyuyordur. Solda genel bir erozyon var. Sanırım her şeyi –“her şeyi”– yeniden düşünmemiz gerekiyor.

Sol, Birinci Dünya Savaşı yıllarından beri Komünist Partiler ve Sosyal-Demokrat Partiler olarak iki büyük kümeye ayrılmış, bölünmüştü. Bu iki kamp arasında ciddi ayrımlar da vardı. Ama şimdi, tarihin ve değişen koşulların sola vurduğu darbe bu ayrımı kaale almıyor, iki tarafa da vuruyor. Görünüşte asıl sert darbeyi Komünizm yemiş gibi, ama Sosyal-Demokrasi de parlak durumda değil. Yollar, pratikler, stratejiler ayrıştı ama sonuç olarak her iki çizginin de Marx düşüncesine borçlu olduğu çok şey var ve değişen dünya, değişen koşullar her şeyden önce orayı zorluyor.

En başta Marksist sosyalizm anlayışında “işçi sınıfı”na verilen “yer” üstüne düşünebiliriz. Modern sosyalizm düşüncesi Sanayi Devrimi’nin bir ürünüdür – işçi sınıfının kendisinin de onun ürünü olması gibi. Bu devasa çarpıcı olayın ürettiği koşullarda, sınıf uçurumları ve gelir eşitsizlikleri karşısında işçilerin uğradığı haksızlıklara isyan edenler oldu. Ama Marx’ın izlediği teorik güzergah farklıydı. Marx işçi sınıfına ezilen ve sömürülen sınıf olduğu için değil, bu düzeni sona erdirecek ve daha “iyi” bir dünya yaratacak potansiyele sahip sınıf olduğu için yakınlık duyuyordu. “Hayırsever” bir motivasyonu yoktu. Maddi koşulların analiziyle buraya gelmişti.

Ama böyle olmadı. Kapitalizm hepimizin tahminlerini aşan bir dayanma ve koşullarla uyum gösterme yeteneğine sahip çıktı. İşçi sınıfı ise Marx’ın beklediği silkinmeyi yapmaya girişmedi. Kapitalist dünyada bu mücadeleye girmediği gibi, devrim yapan ülkelerde dahi “retorik” düzeyinde kendisine verilen yerin sahici sahibi olmak üzere gerekli adımları atmadı.

Öte yandan, kapitalizmi yaşatan ve yönetenler de eşitliğe ve gerçek bir özgürlüğe dayanan bir yeni dünya yaratma işini çözmediler, çözmeye aday da olmadılar.  Onun için zamanında sosyalizm düşüncesinin açtığı, şimdi çoğumuza “ütopik” görünen bir dünya hedefinin bir hayli gerisindeyiz.  İşin kötüsü, buna pek fazla kafa da yormaz olduk. Bunda Sosyal-Demokrasi’nin havlu atmasının önemli payı var. Blair’in “Sosyal-Demokrat Thatcherism” çabaları acıklı bir olgu!

Yani, Halk Partisi’nin “değişim” tartışmaları üstüne düşünürken, bu geniş bağlamı da ihmal etmemek gerekir. Örneğin, kapitalizme karşı işçi sınıfının oluşturduğu örgütler arasında önemli bir tanesi şüphesiz “sendika”dır. Türkiye’de sendikaların durumunu düşündüğümüz zaman birtakım acıklı durumlarla karşılaşacağımız belli. Ancak bunlara bakarken sendika denen kurumun bütün dünyada geldiği yeri gözlemlemekten imtina etmemek gerekir: ne durumda, neden, o halde… İşte, bunun gibi bir yığın sorun, bir yığın koşul.

Solun dünya çapında sorunlarına analitik bir gözle eğilmek ve bu arada CHP’nin Türkiye Cumhuriyeti sosyoekonomik formasyonunda yüz yüze geldiği birtakım sorunlarla başa çıkmanın, çare bulmanın yollarını aramak… Bu da kolay altından kalkılır bir şey değil.

Bunun “orada bir yerde” başı sonu belli bir yolu yok tabii –hani yol var da, bizim sorunumuz onu henüz bulamamak– böyle bir durum sözkonusu değil. Bunları bizim tesbit etmemiz, düşünmemiz, geliştirmemiz, oluşturmamız, yürürlüğe sokmamız gerekiyor. Bütün bunların yapılmasını önlemek üzere elinden geleni ardına komayacak bir iktidar mekanizmasına karşı.

Bu işlerin kısa zamanda çözüleceğini, yoluna gireceğini beklemiyorum. “Uğursuz” bir dille konuşmak istemiyorum ama Tayyip Erdoğan ve AKP heyulası, büyük ve şaşırtıcı koşullar ortaya çıkmadıkça, daha epey bir süre Türkiye’nin ufuklarını karartacaktır sanıyorum. Koca bir toplumun tarih denen labirent içinde kendine yol bulmasından söz ediyoruz. Karmaşık, zor bir süreç… Ama şu da var ki, bir şeyleri kaybeder gibi olduğumuz sürede bir şeyleri de kazanıyoruzdur. Bunun sonunda çok daha deneyimli, hazırlıklı bir Türkiye bulunacağına da inanıyorum.