…ve “hayata hiçbir zaman olmadığı kadar yaklaştığını” hissediyor.[1]
Ruhsal ızdırap ve sorunlar söz konusu olduğunda yüzeydeki görüngülerle, semptomatik tablo ile sınırlı bir çerçevede düşünmekten kaçınmalıyız demek ki. Hakiki bir kavrayış ve içgörü için ilgi ve merakımızı kökenlere, nedenbilime (etiology), temel ruhsal yapıya yöneltmeliyiz. O yapının etrafında oluştuğu temel fantaziye odaklanmalıyız. Her bir klinik yapı çünkü, Öteki'deki eksiği örtmek için üretilen/dikilen/oluşturulan özgül bir fantazi sahnesi uyarınca, bu düzeyde ve bunun için vücut bulan belirli kiplikler, savunmalar, tavır ve söylemler boyunca kurulur. Söz konusu çekirdek, fantazi ve/ya da inanç ekseninde oluşan duygu ve zihniyet dünyasına, o andan itibaren artık biricik ve asıl dünya muamelesi yapar, her olayı ve karşılaşmayı onun merceğinden/içinden görür ve ona göre yorumlarız. Demek temel fantaziden söz ettiğimizde aynı zamanda çoktan içimizde yer etmiş, kökleşmiş, dünyaya ve hayata ilişkin belirli bir bakış ve algılama biçiminden söz ediyoruz. Sadece bilişsel bir nitelik olmanın çok ötesine uzanan, varoluşa ve benliğe kaydolmuş “yapısal” bir bilme/düşünme/anlamlandırma kapasitesinden. Dahası aynı fantazi çerçevesi tüm ilişki, davranış, düşünce ve beklentilerimizi yapılandıran, arzumuzun içerik ve koordinatlarını, nasıl arzulayacağımızı belirleyen bir güç ve ağırlık edinir. Bizim için mümkün tüm seçim ve olasılıklar yelpazesi orada çoktan/daima içerilmiş haldedir.
Obsesif öznenin, sanki gerçek ve muhayyel bütün boşluk ve çatlakları doldurmak ve tamir etmek, tam bir doluluk ve eksiksizlik dünyasını var etmek, sıkı bir kontrol ve denetim düzeni sağlamak, hiçbir şeyi ıskalamamak istercesine olağanüstü bir çaba ve enerji harcamasından söz ediyorduk. Bir de tabii, histerinin oral kısmi dürtü ile ilişkisine benzer biçimde obsesyonda anal kısmi dürtünün baskınlığı meselesi vardır. Anal dönemin temel karakteristikleri olarak anal dürtü bileşenin geri dönüşlü bir jestle fallik yoruma tabi tutulması, bununla ilişkili cinsellik/cinsel örgütlenme ve belki de ilk zorunlu eğitime (tuvalet terbiyesi) giriş vardır. O eğitimle birlikte kurallar, dayatmalar, şiddet, ceza ve ödüller, isyan ve boyun eğişlerin ilk uzun sekansının, demek bir güç ve iktidar sahnesinin kurulması, böylece bedenin yeni/yeniden yorumlanması, düzenlenmesi ve inşası vardır.
“Tam bir dikkat ve konsantrasyonla arkamda eksik hiçbir şey bırakmadan yaşarsam, yeterince güç ve çaba sarf ederek ötekinin talep ve beklentilerini karşılarsam, koyduğum kural, yasak ve engellerle tam bir kontrol ve denetim rejimi tesis edersem, o vakit işte, kendim için kendi kendine yeterli ve herhangi bir bağ kurmamı gerektirmeyecek bir varoluş rejimi oluşturabilirim.” Mükemmel Günler’in kahramanını hiç bir biçimde içine yerleştiremeyeceğimiz bir fantazi evrenidir bu.
Hayatın küçük mutluluklarıyla yetinmeye çağıran ve korkunç eşitsizliklerle bölünmüş toplum hakikatini örten bir film değil Mükemmel Günler bana göre, içinde illa bir mesaj aranacaksa. Orada sahnelenen daha ziyade, sürekli tatmin arayışı peşindeki günümüz tüketici bireyinin radikal biçimde tekzibidir. Bu aynı zamanda, tüm nesne, varlık ve ilişkileri birbirinin yerini alabilir ve değiştirilebilir bir statüde gören, dolayısıyla hiçbir biçimde kaybı, mahrumiyeti ve kayıp deneyimini tanımayan yaşam tarzı ve söylemlerine yöneltilmiş bir eleştiri değil midir? Değer, kadir kıymet bilmez bir yüzeysellik ve asla yatışmayan bir huzursuzluk, can sıkıntısı ve boşluk hissi de aynı zeminden kaynaklanmıyor mu zaten? Kayıp, kayıp deneyimi tanınmadığı ve inkar edildiği ve böylece kat edilmesi ve yüzleşilmesi/işlenmesi, yani yas çalışması ıskalandığı ve gerçekleştirilemediği ölçüde dünyaya yerleşmek de mümkün olmuyor. Kayıplarımızı uygun biçimlerde kaydedip, işleyip, tahammül ettikçe arayışlarımız asıl mecrasına kavuşuyor, içerinin ve dışarının sınırları belirginleşiyor, aşinalığımız çoğalıyor, eve yerleşiyoruz. Diğer türlü her birimize musallat olan eğretilik, yabancılık, süreksizlik, yurtsuzluk halleri birbirine eklenerek kayıp ve yoksunluklarımızın hızlıca melankoliye/depresyona tercümesi için güçlü bir zemin yaratıyor.
Kayıp, yoksunluk ve ayrılık halleri ve deneyimleri karşısında Öteki, Öteki'ni ete kemiğe büründüren toplumsal/kültürel/psikiyatrik/bilimsel tüm otoriteler aynı buyruk ve mesajla seslenmiyor mu hepimize: “Şimdi asıl önemli olan bundan sonra yapman gerekenler; kendini toparla, piyasa yap, yerine yenisini koy, ilacını al, kendini kucakla…vb”
Kaybettiğimiz her nesne ve ilişkiden sonra, onu olumlu ve olumsuz, sevilen ve nefret edilen tüm boyutlarıyla yeniden tanımak ve kaydetmek için, iki-değerli (ambivalent) tüm duygu ve hatıralarımızı enine boyuna kat etmek için zamana ihtiyacımız vardır. İçimizde ve hayatımızda birden açılan o boşluğun, herşeyi öncesi ve sonrası olarak ikiye ayıran çatlağın ve çift-değerli tüm duygu, hatıra ve bilgilerin bastırılmasıyla, o zalim bastırma girişimine yaslanarak ortaya çıkan hiçbir onarma, telafi etme ve doldurma itkisine teslim olmamalıyız.
Mükemmel Günler’in mükemmel kapanış sahnesini, neredeyse eşzamanlı olarak beliren, birbirinin içine geçmiş ağlama-gülme sekansının mesajını bir de böyle anlamalıyız belki de. Geri-dönüşlü biçimde tüm filmi yeniden ve bu sefer bir ambivalence filtresine tabi kılarak yorumlama çağrısı olarak. İnsan ruhsallığının kendini kurma/yaratma ve en temel çalışma ilkesinin metaforu olarak. Bazen bu olur işte: Gerçek hayatta ıskaladığımız ve fark etmediğimiz, varlığımızın tam kalbindeki en önemli şeyleri sinemada buluruz. Zizek’in söylediği gibi: “Gerçek hayattan daha gerçek olan şeyleri arıyorsanız sinema kurgusuna bakınız.”[2]
Bir de hemen her meselede aynı biçimde sergilenen bir sol tavır ve söylemle Mükemmel Günler filmi vesilesiyle de karşılaşmış olduk: Belli bir uzlaşmazlık, tavizsizlik kisvesi altında gizlenen bir kibir hali bu. Bir saflık ideali, bir tür sterilite arzusu ile birlikte olduğu ölçüde ürküntü veren bir solcu kibri. Merak etmeyen, ilişki, bağ, diyalog ve tartışma isteği taşımayan, bir an önce “doğru pozisyonu” işaret ve deklare etmek, hizaya sokmak için yanıp tutuşan, kendiyle dolup taşmış, kendine batmış solcu kibri. Kendini en temel kapitalist zorunlulukların dışında konumlandırmaya çalışan, tüketim kültürü, bireycilik, kapitalist öznellik tarafından kuşatılmamış farklı bir yaşam tarzının imkanlarına yaklaşmaya çalışan bir filmin üstünü bile gözü kapalı çiziveren o bildik kabalık, hoyratlık ve haşinliği besleyen zehirli toprak.
[1] Norman Ohler, Harro ile Libertas, Bir Aşk ve Direniş Hikayesi, Çev. Tanıl Bora, İletişim, 2022, s.45
[2] S. Zizek; Sapkının Sinema Rehberi, altyazıları çeviren: Işık Barış Fidaner, “Yersiz Şeyler” İnternet Dergisi