Eski Bilgiyle Yeni Şeyler Yapılabilir mi?
Aksu Bora

Geçenlerde şöyle bir instagram gönderisiyle karşılaştım: “Ev işleri, kişinin kendi kendini gerçekleştirmesinin doğrudan aleyhinedir”. Ann Oakley’den bir alıntıymış (“kendi kendini” dememiştir diye tahmin ediyorum ama neyse). Ev işinin sosyolojisini yazmış bir kadın Ann Oakley, biliyordur herhalde. Ama bir yandan da, ev işi herkesin bildiği bir konu - herkes ev işi yapmasa bile. Öyle olduğu için de gönderinin altı yorumlarla dolmuştu ve bence yazılan her şey doğruydu!

En hoşuma giden yorumlardan biri, şuydu: “Kendini gerçekleştirme mevzusunu çok abartıyoruz gibi geliyor. Benim en yüksek potansiyelim iç huzuru yerinde olan, evine, çocuğuna şefkat dolu bir yuva sağlayan kadın/anne olmak olamaz mı acaba?” Neden olmasın canım, neden olmasın? Bahar dizisinde esas kız da estetik cerrahı arkadaşına tam olarak bunu soruyordu: “Neden başarılı kadın, güçlü kadın deyince sadece çalışan kadınlar örnek gösteriliyor? Evlat yetiştirmek, ailesine bakmak, bunlar neden başarıdan sayılmıyor acaba?” Gerçi sonra Bahar’ın bencil gerzek sinir illeti kocasından ve bencil şımarık gerzek kaynanasından kurtuluşunun mesleğine dönmesinden geçtiğini görüyorduk ama bir yandan da haksız mıydı arkadaşına “sen bunları söylersen ev işleriyle dalga geçen erkekler neler söyler” diye sormakta?

Ev işi mevzuu, “kendi kendini gerçekleştirme” mevzuundan çok daha karmaşık ve derin bana sorarsanız. O sebeple gönderinin altındaki yorumların hepsi doğruydu; öyle katmanlı ve çok boyutlu bir alanda söyleyebileceğiniz şeylerin büyük bir kısmı, doğru oluyor ister istemez. Evet, “yatağı yorganı kim toplayacak, robotlar mı?”, evet “sen tabii ki, felçli misin?” evet “ev işi en iyi terapilerden biridir” ve evet, “bulaşık yıkarken yaptığım çözümlemeleri Sokrates yapamaz”. Ve evet, tabii ki Ann Oakley haklı!

Ev işiyle ilgili meseleyi iki soruyla ele alsak daha iyi olur sanki: Bu işi kim yapıyor ve karşılığında ne alıyor? Ev işi doğası gereği insanın ruhunu mu öldürür? O insan ruhu ki sanatta, bilimde, sporda kendini gerçekleştirebilir, bulaşıkta değil.

Bu soruların ikisi de feministlerce soruldu biliyorsunuz. Kadınların ezilmesinin maddi temellerinden biri olarak tartışıldı. “Kadının görünmeyen emeği” denen şey, buydu: Zamanının neredeyse tamamını ailenin ve evin bakımına harcayan kadının yaptığı iş, iş olarak değil de kadın doğasının bir parçası olarak görülüyordu. Aslına bakarsanız, evde yapılan işleri öyle zaman kullanımı istatistikleriyle falan da tam olarak görebilmek mümkün değil, çünkü bu işler pek çok durumda ayrıştırılabilir ve tanımlanabilir olmuyor. “Çocuğuna şefkat dolu bir yuva sağlamak” nasıl tanımlanabilir, bunun için harcanan zaman nasıl ölçülebilir ki? (Anaların hakkı ödenmez!) Ama şu kadarını biliyoruz ki bu işleri piyasadaki karşılıklarıyla ücretlendirmeye kalkınca, milli gelir hesapları alıp başını gidiyor! Nitekim ev işinin ücretlendirilmesi talebini yükseltenler de (başta Sylvia Federici), yeniden üretim emeğinin ücretlendirilmesinin kapitalist sistemi zora sokacağına, sermaye birikim sürecini kıracağına inanıyorlardı. Ama işler öyle yürümedi, hem ev işinin ücretlendirilmesiyle ilgili problemler (ücreti kim ödeyecek?) hem de kapitalizmin “kendi kendini gerçekleştirme” konusunda son derece başarılı olması sebebiyle (Michele Barrett ta 1980’de cinsiyete dayalı işbölümünün kapitalizmin mantıksal zorunlu unsuru olmadığını söylemişti). Böylece, anaların hakkı ödenememeye devam etti.

İkinci soru, şu “analık hakkı” meselesini derinleştirmeyi gerektiriyor. Ödenemeyecek olan şey nedir? “Şefkat dolu bir yuva” için harcanan emek ne türden bir emektir?

Simone de Beauvoir’e bakılırsa, bu her şeyden önce, tarih dışı bir emek türüdür: “Ev kadını, dolap beygiri gibi olduğu yerde döne döne yıpranmaktadır; hiçbir şey yapmamakta, yalnızca şimdiki zamanı sürdürmektedir.” Bu bakımdan, ev işlerini Sisifos’un işkencesine benzetir: her gün aynı kayayı aynı tepeye çıkar, her gün aynı kaya aynı tepeden yuvarlansın, ertesi gün yeniden başla. İlerleyen bir şey yok, üretilen bir şey yok, gözle görülür, elle tutulur bir şey yok. E o da haklı bir yerde!

Bir yandan da şunu hatırlamalıyız: kapitalizmin dayandığı soyut (yabancılaşmış) emek ilişkilerinin dışında olması bakımından ev işinin bu sistemin hem içinde ama hem de dışında bir alan açtığını söyleyenler de var. Ta 1970’lere, Nancy Chodorow ve Carol Gilligan’a kadar gitmeyelim de (ama tabii Chodorow’un Türkçe’ye de çevrilmiş harika kitabını okumamızın önünde bir engel yok!) yirmibirinci yüzyılın başlarından bu yana giderek genişleyen ekofeminizm tartışmalarına şöyle bir bakabiliriz. Örneğin Maria Mies, kapitalist ataerkilliğin cinsiyete dayalı işbölümünü ve kafa emeği/kol emeği ayrımını ortadan kaldırmayı önerirken, yeni bir “feminist emek” kavramını öne sürer. Yahut Sylvia Federici, bana epeyce romantik gelen ama üzerine düşünmeye değer “müşterekler” yoluyla “insanlığımızı yeniden şekillendirmek”ten söz eder.

Ev ve ev işi, bir “kadınlık yükü” olmanın ötesinde, içinde yaşadığımız sistemin kurucu bileşeni. Birbirimizle ve dünyayla (ve elbette kendimizle) ilişkilerimizin temel dinamiklerinin başlangıç noktası. Hepimiz bir eve doğduğumuzdan değil, evin hayatın merkezi olmasından. Sokakların, meydanların, fabrika ve tarlaların, kürsülerin… her şeyin merkezi. Öyle değilmiş gibi yaptığımız uzun bir zaman oldu (“aşkınlık” peşinde yirmi bin fersah), sanki dünyaya açılabilmemiz için evi arkamızda bırakmamız gerekiyormuş gibi. Ama işte, Bachelard’ın dediği gibi, ormanı bizim için anlamlı kılan, kulübenin penceresindeki ışıktır.

Koronavirüs salgını sırasında, 2020’de yayımlanan Bakım Manifestosu, çok etkili bir saptamayla başlar: “İçinde yaşadığımız dünya, umursamazlığın hüküm sürdüğü bir dünyadır.” Bakım işinin değersizleştirilmesi yeni bir şey değil ama bugün yaşadığımız, bunun ötesine geçiyor. Sanki evimizin kapısını sıkı sıkıya kapatırsak, dışarıyı umursamazsak, kendimizi kurtarabilirmişiz gibi. O kapılar kapandığında neler yaşadıklarını hep anlattı kadınlar, pandemi döneminde artan şiddeti, yoksulluğu, çaresizliği. Umursamazlığın hüküm sürdüğü bir dünya, herkes için cehennem; herkesin zebanisi olduğu bir cehennem.

Buradan çıkış herhalde “kendi kendini gerçekleştirmek”le değil, kendinle ve başkalarıyla ilişkinin yeni (ve belki de çok eski) yollarını keşfetmekle mümkün olacak. Birbirimizi umursayarak. Kendinle ve başkalarıyla ilişkinin çok eski bir yolu, birbirimize bağımlı olduğumuzu bilmekten geçiyor, koyunların kendi bacaklarından asılmadıklarını, başkasını dışarıda bırakmanın kendini içeri hapsetmek olduğunu. “Kadınlık yükü”nün bir kısmı da işte bu bilgi. Şefkatli yuva kurma bilgisi mi diyelim ona? Şimdi, bakım işini yeniden merkeze koymalı, bu işin nasıl, kimler tarafından, hangi kurumlarla, hangi kaynaklarla yapılacağını sormalı, eşitlikçi yanıtlar üretmeliyiz. Yani eski bilgiyle yeni şeyler yapmalıyız.

Kulübenin penceresinden dışarı baktığınızda, karanlığı görürsünüz. Dışarı çıkmak lazım.


Chodorow (2007) Duyguların Gücü: Psikanalizde, Cinsiyette ve Kültürde Kişisel Anlam. Çev. Jale Özata Dirlikyapan. İstanbul: Metis Yayınları.

Bakım Kolektifi (2020) Bakım Manifestosu: Karşılıklı Bağımlılık Politikası. Çev. Gülnur Acar Savran. Ankara: Dipnot Yayınları.