Kürtçenin Kaybı
Cuma Çiçek

2012 yılının bahar aylarında Diyarbakır’da doktora tezi için saha araştırması yaptığımda, görüşmecilerimden biri “Çocuğum Kürtçe konuşabilecek mi kaygım bittiğinde Kürt meselesinin çözümü sağlanır” demişti. Nitekim dil meselesi, ulus, din ve sınıf dinamikleri etrafında farklılaşmış, rekabet eden, dönem dönem çatışan farklı Kürt aktörlerinin üzerinde mutabakat inşa etttiği iki meselenin başında geliyordu. Kürtçenin ve taşıyıcısı olduğu kültürel kimliğin korunması ve yeni nesillere aktarılması Kürt aktörlerinin mutabık olduğu birinci meseleydi. Yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, otonomi ya da federasyon formlarında dile getirilen merkezle güç paylaşımı ve kendini yönetme hakkı mutabakatın sağlandığı ikinci alandı.

“Çocuğum Kürtçe konuşabilecek mi?” Bu kaygı bugün daha fazla. Zira, bir dilin ölümünü ve baskı altında kalmış dillerin canlandırılmasına dönük çabaları anlamak için en önemli gösterge kuşaklar arası dil aktarımı. Bu aktarım kesintiye uğradığında bir dil ölüm yoluna giriyor. Öte yandan baskı altında kalmış dilleri canlandırma derdi olanların odaklanması gereken ana mesele bu kesintiyi ortadan kaldırmak ve dil aktarımını yeniden sağlamak. 

Kürt çocuklarının çoğunluğu Kürtçe konuştuğunda Kürt meselesi bitecek önemli oranda. Zira, dil meselesi öyle sanıldığı gibi sadece bir linguistik mesele değil. Ekonomik sömürü ve politik baskı formlarıyla dışa vuran yapısal şiddetle doğrudan ilişkili. Yine, “Kürtçe medeniyet dili midir?” gibi sorularda ya da son günlerde Diyarbakır, Van, Mardin, Batman gibi şehirlerde belediyelerin yaya güvenliğini sağlamak için yollara Türkçesinin yanı sıra Kürtçe yazdığı “pêşi peya” yani “önce yaya” yazılarının maruz kaldığı uygulamalarda dışa vuran “sembolik/kültürel şiddet” ortadan kalmadan bitecek bir mesele değil.

Kuşaklar arası dil aktarımında ne yazık ki Türkiye Kürtleri vahim durumda. Halleri ne Irak Kürdistan Bölgesi’ndeki, ne Suriye Rojava Bölgesi’ndeki ne de İran Kürdistan Bölgesi’ndeki kardeşlerinin hallerine benziyor. Kürtler, Irak, Suriye ve İran’da dilsel kimliklerini kaybetme riskiyle karşı karşıya değil, ama bu risk Türkiye Kürtleri için var, hem de yüksek düzeyde. 

Türkiye’de üç kuşağın Kürtçeyi gündelik hayatta kullanma becerisine baktığımızda eğilim sıfıra doğru gidiyor. Bu alanda iyi bir saha araştırması için meraklıları Handan Çağlayan’ın Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü DİSA için kaleme aldığı Aynı Evde Ayrı Diller – Kuşaklar Arası Dil Değişimi: Eğilimler, Sınırlar, Olanaklar Diyarbakır Örneği adlı araştırmaya bakabilir. Çok genel hatlarıyla söylersek, 40 yaş üstü kuşak büyük oranda Kürtçeyi biliyor ve gündelik hayatta belli düzeyde konuşuyor. 20-40 yaş arasında büyük bir dil kaybı var. Şehirden şehire değişmekle birlikte çoğunluğu “anlıyorum ama konuşamıyor” durumunda. Hele siyasi, ekonomik, edebi ya da teknik bir meseleyi konuşmaya başladığımızda bu “anlıyorum ama konuşamıyorum” hali “az anlıyorum ama hiiiiç konuşamıyorum” moduna dönüşüyor. 20 yaş altı, hele 10 yaş altı grupta ise bu kayıp çok daha büyük.

Kürtçenin kaybına neden olan birçok dinamik var. Bu dinamiklerin tamamını bu yazıda tartışmak mümkün olmasa da öne çıkan ve sorunun özünü oluşturan beşinin altını çizmek istiyorum.

Kürtçenin ve taşıyıcısı grubun maruz kaldığı yapısal ve sembolik/kültürel şiddet dilsel kaybın en önemli nedeni. Zira, Kürtçenin muhatabının polis, asker, hakim ve savcı olduğu bir ortamda bu dilin insanlar arasında yaygınlaşması, yeni kuşaklara aktarılması hiç de kolay değil. Barış süreçlerinde Kürtçenin sembolik değerinin, ya da Pierre Bourdieau’nun kavramlarına başvurursak, “sembolik sermayesinin” ve buna bağlı olarak “sembolik iktidarının” en fazla arttığı yıllardı. Barış süreçlerinin kaybı, Kürtçenin de kaybına dönüştü, dönüşüyor ne yazık ki.   

Gözlemleyebildiğim kadarıyla Kürtçenin kaybının en önemli nedenlerinden biri de şu: Kürtçe bir politik talebe dönüşmüş durumda ama inşaya dönük çabalar dili korumaktan çok uzak. Birçok saha araştırmasında çelişkili gibi duran ama aslında detaylı bir okuma yapıldığında anlaşılır olan bir durum var: Anadilde eğitim ya da kamusal hizmetlerin Kürtçe de verilmesi hakkının tanınması sorulduğunda Kürtlerin büyük çoğunluğu bunu olumlu karşılıyor. Ama gündelik hayatta Kürtçenin kullanımı zayıflıyor. Yıllar önce bir arkadaşım bu durumu şu çarpıcı sözlerle ifade etmişti: “Eskiden herkesin adı Türkçeydi, ama herkes Kürtçe konuşuyordu. Bugün çocuklarımızın çoğunun ismi Kürtçe, ama hepsi Türkçe konuşuyor.”  

Bu durumun bir boyutu Kürt siyasetinin farklı renkleriyle son yıllarda aldığı halle ilgili: siyasetin “devletten talep etme, bekleme siyasetine” dönüşmesi. Oysaki siyaset, talep etmekten öteye bir inşa meselesi; sermayenin inşası, hegemonyanın inşası, iktidarın inşası. Dil meselesi bağlamında söylersek dilsel sermayenin inşası, dilsel hegemonyanın inşası ve dilsel iktidarın inşası. Bu inşa sağlandıkça devlet dönüşüyor, bu hakkı tanımak zorunda kalıyor, tanımasa bile önünde duramıyor. Kürtler 1990’lı yıllarda diasporanın ve uydu teknolojisinin verdiği imkanlarla belki haber kanallarından önce kültür kanalları, çocuk kanalları açmalıydı. Bu açık geçen 30 yıla rağmen hâlâ sürüyor.

Yukarıdaki meseleyle ilişkili olan ama onu aşan bir diğer sorun şu: Türkiye’deki Kürt kimliğinin kültürel kimikten ziyade politik kimliğe dayanması dili korumaya dönük çabaların zayıf kalmasıyla sonuçlandı. Politik kimliğin kaynağı esasında dil değil, yara. Dağ, mezar, zindan ve sürgün etrafında şekillenmiş Kürt yarası, Kürt kimliğini esas olarak bir politik kimlik olarak kurdu, kuruyor. Bu politik kimliğin bir kolektivite olarak Kürtlüğün inşasında rolü belirleyici. Nitekim bugün, Kürtler dilsel anlamda büyük bir kayıp yaşasa da kendilerini Türklere, Araplara, Farslara, Almanlara denk, farklı, özgün bir kolektivite/grup olarak görüyorlar.

Bu konuda devletin beklediğinin aksi bir durumun ortaya çıktığı bile iddia edilebilir. Devlet, kültürel kimliği yok sayma ve bastırma yoluyla sorunu yöneteceğini varsayarken ve grup kimliğinin ortadan kalkacağını beklerken, politik Kürtlüğün inşası için yolun taşlarını döşedi. Bugün Kürtler kendilerini kültürel ya da dilsel bir azınlık olarak görmüyorlar, farklı bir ulus, farklı bir millet olarak tanımlıyorlar.

Sonuncusu ama belki de en önemlisi Kürtlerin anadillerine bağlılıklarının zayıflığı. Bu konuda Kürt aktörlerinden gelecek eleştirileri de göze alarak, Kürt sokağının anadiline bağlılığının zayıf olduğunu ileri sürmek istiyorum. İran,  Irak ve Suriye Kürtleriyle temas etmiş, dostluklar kurmuş biri olarak Türkiye’de yaşayan Kürtlerin kardeşlerinin tutumundan farklı olarak kendi anadillerine olan bağlılıklarının zayıf olduğunu belirtmek istiyorum. Kuşkusuz tarihsel ve siyasal bir inşa olan bu durumun birçok nedeni bulunuyor. Türkiye Kürtlerinin bu konudaki hikayesi, tarihsel ve siyasal patikası/yolu kardeşlerinkinden çok farklı. Ancak yıllarca siyasi mücadele içerisinde kalan kişilerin bile anadillerini konuşmak konusundaki zayıflığı ve bu konuda emek vermekten kaçınmaları yukarıdaki dinamiklerin yanı sıra dile bağlılığın zayıflığını  gösteriyor. Bu durum kendi başına Kürtçeyi korumaya dönük çabalar önünde büyük bir engel oluşturuyor.   

Yara üzerine inşa olan politik mobilizasyon kolektivite inşasını, grup olma halini güçlendirse de dilsel ve kültürel kimliği korumaya yetmedi. Görünen o ki bugün de, yarın da yetmeyecek.

Kürtler, sokaklarında, mahallelerinde, parklarında, kurumlarında, ekranlarında Kürtçenin sembolik sermayesini ve iktidarını güçlendirmeden diğer tüm diller kadar, ne az ne fazla, kıymetli olan anadillerini koruyup çocuklarına aktaramayacaklar. Kürtçenin hegemonyasını genişletebildikleri ve derinleştirebildikleri düzeyde onu koruyabilecekler. Bu hegemonya inşası için sanılanın aksine yeterli kaynaklara sahipler. Mesele Kürtçeyi gerçek anlamda dert etmek ve politik talepten öteye geçerek kaynakları mobilize etmek, Kürt sokağının, Kürt alanının birinci dili kılmak.

Mevcut yapısal ve sembolik şiddet açık ki büyük bir engel, ama kimse için bahane olmamalı.


* Bu yazının Kürtçe versiyonu Le monde diplomatique kurdî sayfalarinda yayınlanmıştır.