Halay Düşmanlığı
Orhan Koçak

Kürtlerin toplu dans ve müziğini hedef alan resmi ve sivil şiddet ana akım medyada hiç görülmezken, “ilerici” medyada da –görüldüğü ender anlarda– sadece devletin alışılmış Kürt düşmanlığının ve genel zulmün bir parçası olarak kaydediliyor. Kürt basınındaysa bütün bu düğün/halay/şarkı yasaklarına, on yıllardır süregelen bir kültürel ve dilsel soykırımın sadece yeni bir evresi olarak bakma eğilimi göze çarpıyor. Bunlar yanlış değildir, ama eksik, yetersizdir bana kalırsa. Burada sadece baskı ve yasak görmek, bu şiddetin özgül yanının ıskalanmasına yol açar: işin içinde bir haz/eğlence boyutu da vardır ve asıl “iş”, asıl belirleyici boyut da odur. Şimdilik, “Irksal Öteki”nin hazzı karşısında duyulan öfke veya irkilme diye tanımlayalım onu. Bu olguyu hesaba katmazsak, niçin Türkçü solla birlikte Çankaya’nın, Beşiktaş, Ataşehir ve Bağdat caddesinin, Karşıyaka ve Göztepe’nin de olup bitenler karşısında kör ve sağır kaldığını kavrayamayız. “Kürtlerle hiçbir sorunum yok” diyen okumuş ve okumamış on binlerce, yüz binlerce insanın bir Kürt veya Ermeni veya Rum veya Yahudi eğlencesi karşısında kendi varlığından kuşkuya kapılmasını, kaygılar içinde kalmasını, gördüğü manzaradan hoşlanmasa da “adam sen de” deyip geçmek yerine mutlaka bir “tedbire” ihtiyaç duymasını açıklayamayız.[1]

***

Şüphesiz, son haftaların halay yasaklarının siyasal konjonktürle ilişkili bir yönü vardır, sanıyorum en başta da zemin yitirmeye başlamış görünen AKP-MHP iktidarının “konsolidasyon” amaçlı saldırı stratejisiyle. Ama konjonktürü de AKP-MHP’yi de geriye ve ileriye doğru aşan bir olgudur bu. Eskiden Kürt düğünleri olmuyor muydu diye sorabilir bir Çankayalı. Veya Başakşehirli veya Beykozlu. Ona adliyelerde Kürtçeden hâlâ “bilinmeyen dil” olarak söz edildiğini, TRT’nin Kürtçe kanalına rağmen jandarma, polis ve vatandaşın sokaklarda yüksek sesle Kürtçe konuşanın hemen yakasına yapıştığını hatırlatmanın bir faydası olur mu?

Öteki'nin hazzı meselesiyle yüzleşmekten hep kaçınmış ve hep kaçınacak olan sağcı veya solcu okumuş/yazmışın buna cevabı hazırdır: İşin içine siyaset girdiği, bölücülük. DEM, PKK girdiği için oluyor bunlar, yoksa bu topraklarda Kürtlerin yüzyıllardır (?) özgürce “halaya durduğunu” bilmiyor muyuz! Onlara Cumhuriyet tarihinin bazı kısa aralıklar (1923-25, 1955-59, 1985-91, 2003-2006) dışında bu konuda kaskatı ve gaddar bir tahammülsüzlüğün tarihi olduğunu hatırlatmanın bir faydası olur mu? Doğrudur, bu öfke, irkilme ve tahammülsüzlük son kırk yılda Kürtlerin tanınma mücadelesiyle, bu mücadelenin askeri ve sivil-kitlesel tezahürleriyle dolaysızca ilişkilidir. Ama bu mücadelenin dar anlamla siyasalı aşan, bazılarının “biyopolitik” diyebileceği bir yönü de vardır: Kürtler bu son kırk yılda bütün büyük batı ve güney kentlerinde gittikçe daha görünür olmuşlar, o kentlerin metabolizmasına artan ölçüde karışmışlardır. Bunu sadece savaşa, köy ve orman yakmalarına bağlayabilir miyiz, emin değilim.

2000’li yılların ilk yarısıydı, kapım çalındı, biri kız üç genç. O zamanlar çıkan İleri (daha sonra Türk Solu) dergisine abone yapmak istiyorlardı. Oysa temiz yüzlü çocuklardı, niye hakaretlerle kovulduklarını anlayamamış göründüler. Bir kısım eski Maocu tarafından çıkarılan bu dergi, Kürtlerin “Batı”ya taşıdıkları zevkleriyle birlikte şehir hayatından dışlanmasını istiyordu, kebaba, lahmacuna, isota karşı kampanya açmıştı. Ama bu beyinsiz kampanyanın ölü doğmuş olması, hiçbir “sinir ucuna” dokunmadığını da göstermez: konu tastamam zevklerle, iştahlarla ilişkilidir. Sonuçta “benim yurttaşım” her zamanki işbilirliğiyle bu epeyce gauche öneriye uyup ciğer-kebap tıkınmaktan vazgeçmek yerine kebap ve çiğ köfteyi ulusallaştırma/genelleştirme yoluna gidecektir, dostumuz Akif Kurtuluş’un da iyi bildiği gibi.

***

Kürt siyasi hareketinin, hatta sivil Kürtlerin de bir kısmı, “Kürtlerin hazzı/eğlencesi” gibi bir ifade karşısında en hafif deyimiyle duraksayacaklardır. Onlar düğünü, halay ve müziği esas olarak eğlence değil zulme karşı direniş olarak hissetme eğilimindedirler, bir halkın kendini ortaya koyma biçimi, tanınma mücadelesindeki görevlerden biri. Ama karşı taraf, Bağdat Caddesi, Çayyolu, Ataşehir, tam da orada Öteki’nin hazzını, eğlencesini gördüğü için hop oturup hop kalkıyor, silahına davranıyordur. Yüz yılı aşan bir ulusal tarihi vardır bu reaksiyonun: Yakup Kadri’den Tanpınar’a ve daha kalitesizlerine kadar “milli romanımız” esas olarak Mütareke Dönemi’nde İstanbul’un işgaliyle “azınlıkların kapıldığı azgın sevinç” ve “milli güçlerin bu azgınlığa verdiği cevap” (“denize dökme”) motifiyle inşa edilmiştir. Ama bu temanın 30’lu, 40’lı yıllarda kalmadığını, sık sık harlandığını (6-7 Eylül) ve son yirmi yılda kaskatı bir semptoma dönüştüğünü biliyoruz. Şu cümleler Karar gazetesinde, şehir yazılarıyla ve Edebiyatımızda Unutulanlar ve Kaybedenler gibi tatlı kitaplarıyla tanıdığımız Taner Ay’ın “Bir Demet Yasemen, Aşkımın Tek Hâtırası” başlıklı yazısından (17/07/24):

6-7 Eylül dediğimde her tıkız kafadan farklı ses çıkıyor, balon uçuranlarıysa hayli fazla. Arkadaş, ağzın kıllanmadan önce hiç değilse Mütareke dönemi Pera fotoğraflarına bir bakıver, şâyet tembele yatmaya niyetliysen, göreceğini ben sana baştan söyleyeyim: Her apartmandan sarkan mavi beyaz Yunan bayrağı, yüzlerce değil, binlerce. Bir de, vitrinlerde mum ışıklarıyla aydınlatılmış olan Venizelos’un resimleri, Cadde-i Kebir’den geçen Rumlarsa durup, Venizelos’un önünde haç çıkarıyorlar, ağlıyorlar. Elbette fotoğrafların karelerine girmeyenler de var: Taksim Bahçesi’nde bütün gün çalan Yunan marşları, işgal ordularının askerleriyle zingirdeşen (?) eteği belindeki Rum kızları, fesli adamlar için pusuya yatan palikaryalar, say say bitmez.[2]  

Ahmet Rasim’in, Sermet Muhtar Alus’un 21. yüzyıldaki muadili olmaya niyetlenmiş görünen bu yazarın başka denemelerinde de Türkiye gayrimüslimleri ve özellikle de Rumlar, saklanamayan bir cinsel merak ve iştahın terimleriyle resmedilirler. Yazarın kendisinin bu müstehcen duyguyu sahiden hissedip hissetmediğinin bir önemi yoktur; bende hissetmediği izlenimini bırakıyor: 90’lı yıllardan itibaren daha içli dışlı olduğu milliyetçi çevrenin Beyoğlu’na ve azınlıklara bakışını Ahmet Rasim ve Salah Birsel’i andıran bir “üslup” taklidiyle bütünleştirmeyi başarmak ona yetmiş gibidir. Ama o çevrelerin literatürüne büsbütün yabancı olduğunu ODTÜ’deki hocalık döneminden bildiğim (ben de giriyordum bazı derslerine) Yalçın Küçük’te müstehcen ilgi dolaysız ve sahiciydi, yaşanmıştı. Kürt siyasetiyle ilişkisi koparken (1995-2000’ler) peş peşe yazdığı kitapları, Aydınlık ve Yeni Harman dergilerindeki yazı ve söyleşilerini okuyanlar ne kadar fark etmiştir, bilmem: çeşitli salgılarla ıslaktır cümleleri, Dönmeler ve “gizli Yahudilerden” söz ettiği pasajlarda. Müzikal bir yetenekleri olmadığı halde kendi aralarındaki gizli dayanışma sayesinde müzik ve eğlence sektörüne nasıl el koyduklarını anlatırken, hıncın, imrenmenin ve “adalet” isteğinin içine, iktidarsız arzunun, iştahın, hazzın suyu sızmıştır. Zaman zaman düşük bir karnavalesk neşenin de.

Bana da, 90’lı yıllarda “Angara” ziyaretlerimde uğradığım Yüksel Caddesi’ndeki Mülkiyeliler bahçesinde rastlayıp konuştuğum nerdeyse istisnasız herkes, Siyon Liderlerinin Protokolleri adlı eserin sıkı bir okuru gibi görünmüştü. Belki de bir yanılsamaydı.

***

Tekrarlayacağım: biz kendi eğlencemizi haz değil direniş, siyasal tavır olarak görsek de görmesek de, onlar her zaman doğru noktaya, “doğru yanılsamaya”, çünkü doğru fantaziye, siyasal tavrın çekirdeğindeki haz payına odaklanmışlardır. Bunu anlamak için, antenlerimizi bir anlığına kendi acılarımızdan ayırıp, Kürt siyasal hareketinin HADEP’ten (1994) itibaren artan ölçüde yapabildiği gibi başka acılara, başka yoksunluklara çevirmemiz gerekir. Orada muhtemelen şunu göreceğiz:

Öteki’ne daima aşırı bir keyif atfederiz: Bizim keyfimizi (yaşam tarzımızı mahvederek çalmak istiyordur ve/veya gizli, sapkın bir keyfe erişebiliyordur. Kısacası, “öteki” hakkında bizi gerçekten rahatsız eden şey, keyfini kendine özgü bir şekilde düzenlemesi, tam da düzenleme sonucunda ortaya çıkan fazlalık, “aşırılık”tır: “Onların” yemeklerinin kokusu, “onların” gürültülü şarkıları ve dansları, “onların” tuhaf tavırları, “onların” çalışma konusundaki tutumları (a.b.ç.).[3]

Zizek’ten bu satırları aktaran Amerikalı Lacan’cı kültür eleştirmeni Todd McGowan, tornavidayı bir kere daha döndürür: “Žižek burada şunu eklemez: Öteki’nin keyfini [zihninde] bu şekilde canlandırmak [tasavvur etmek] suretiyle kendi keyfimizin fantazisini kurarız. Öteki’nin keyfiyle ilişkimiz dışında, kendimize ait bir keyfimiz yoktur.” [4] (a.b.ç.) Demek Yalçın Küçük’lerin de ağzının suyunu akıtan da Boğaziçi sırtlarındaki Selanikli köşklerinde (Ece Ayhan, “İstanbul’un büyük aileleri” ve “Cumhur s(..)işi” deyimlerini kullanırdı[5]) süregiden aralıksız orji fantazisidir, bir sürekli dikilme ve orgazm cenneti. İzleyebildiğim kadarıyla Yalçın Hoca’yı en iyi anlayanlar da Mülkiyeller bahçesi, Engürü kıraathanesi, Aydınlık ve Yeni Harman’da birikmiş bütün bir müzahrefat oldu.

Halay ve müzik hapislerinde sadece yüzyılların siyasal baskısını görmekle belki ruhumuz temiz, aklımız salim kalır: pislikle uğraşmamış oluruz. Ama negatifin içinde kalmanın, iğrenç mağaranın orasına burasına dokunmanın getireceği hiçbir zihin açıklığı yok mudur? En azından, “Ermeni lobileri” gibi bir fantaziden korunmamızı sağlamaz mı? (Burada rahmetli şair Roni Margulies’in Bugün Pazar, Yahudiler Azar kitabını anmamak olmaz.)


[1] Hayko Bağdat, Artı Gerçek’teki son yazısında Kürt düğünlerine son resmi ve sivil saldırıları saydıktan sonra şu soruyu yöneltiyordu: “Normal bir ülkede yaşamanın hayalini kuran Türkler [başka deyişle Karşıyakalılar, Çankayalılar, Antalyalılar – o.k.], Kürtlere yapılan bu zulmü görmeden hayatlarına nasıl devam ediyor? Bu kadar büyük bir utancı nasıl hazmediyor?” Ben de bu iletide tam bunu değil de “göre göre nasıl devam ettikleri” sorusunu cevaplandırmaya çalışıyorum.  

[2] Semptom tam teşekküllü: “Yunan denize dökülünce, çakma erkeklerin hepsinin Galata’daki pasaport dairesine koştuğu kayıtlara girmiştir (…) ’22 yılından sonraysa kıçı külde gönlü gülde konuşmanın sırası bize gelmiştir, 26 Nisan 1923 günlü Akşam gazetesi, elbette şehr-i İstanbul’dan ziyade Beyoğlu’nu kasdederek, artık Ahmet’in ve Yorgo’nun birlikte yaşamasının mümkün olmadığını, çünkü Mütareke yıllarında tohumları ekilen kini hiçbir şeyin silemeyeceğini döktürüyordu. İnanın, bu yoruma karşı bir şey diyemiyorum, çünkü Rumların maalesef İngiliz’e ve Fransız’a sırtlarını dayayarak sonlarını kendilerinin hazırladığı kanısındayım.” Bravo.

[3] Slavoj Zizek, Tarrying with the Negative: Kant, Hegel, and the Critique of Ideology, Duke University Press, s. 203. Bu kitap 2017’de Türkçeye Olumsuzla Oyalanma diye çevrilmiş (İmge, çev. Hakan Gür). Fenomenoloji’nin İngilizce çevirisinde kullanılan “tarrying” sözcüğünü “oyalanma” diye karşılamak bence yanlıştır. Hegel’in kastettiği, olumsuzla meşgul olmaktır, olumsuzun içinde kalabilmek, kalmakta ısrar etmek, hatta olumsuzla oynayabilmek. Oysa “oyalanma” sözcüğü, tam tersine, hedefe gitmemek için başka işlerle vakit geçirmeyi, bu ısrardan, bu cesaretten “sıvışmayı” akla getiriyor.

[4] Todd McGowan, Irkçı Fantazi: Nefretin Bilinçdışı Kökenleri, çev. Erkal Ünal, Axis Yayınları, 2023, s. 44. Ünal’ın bu mükemmel çevirisi (ki kendisini Zizek’in Hiçten Az kitabından da hatırlıyoruz) Lacan’canın Türkçeleştirilmesi alanında gerisine düşülmemesi gereken bir standart getiriyor. Ama kendi çevremden “çok mu lazımdı!” diyecek yığınla insan çıkacağını da biliyorum. Havan topuzunu arıyor insanın eli.

[5] Can Yücel’e İstanbullu sıfatı uygun düşmeyeceğinden, ona da “Trabzon yağı” diyordu – memleketten kara, hava ve deniz yoluyla durmadan geliyor.