Dünya Rakı Günü, önceki cumartesi gecesi Adana’da kutlandı (link). Kazancılar Çarşısı’nda kurulan rakı sofralarına beş bin kişinin konuk olduğu söyleniyor. Miting halinde rakı içildi, aralıklarla “Şerefine Tayyip” tezahüratı yapıldı.
Dört-beş yıl önce İstanbul’da, ananevi bir içkili mekânda alkolün yasaklandığı Moda iskelesinde, insanların biralarıyla toplaştığı protesto eylemleri düzenlenmişti. 2006’dan beri, her ayın ikinci cumartesi idrak edilen Dünya Rakı Günü de, bilhassa Adana’da, iktidarın politik hıfzıssıhhasına karşı bir muhalefet vesilesine dönüşmüş durumda. (Neden Adana? Bunu da soruyorsanız, gerçekten “bu millete yabancı”sınız demektir!)
Bu ‘oluşumda’, şehirli laik orta sınıfların hayat tarzlarına müdahale edilmesine karşı tepkisini görebiliyoruz. Nasıl bir tepki bu, bir hayır umulabilir mi? “Beyaz Türklerin” sivil-demokratik bir muhalefete meyletmesinde bir uğrak olabilir mi? Biraz analiz edelim, ayrıştıralım hele bu tepkinin motiflerini.
Rakı kadehinin, Mustafa Kemal rozeti gibi görülebildiği aşikâr. Kadehi kaldıran da öyle görüyor, men etmeye çalışan da. Nitekim Dünya Rakı Günü’nün 10 Kasım’a alınmasını önerenler de oluyor. Ahmet Hamdi Tanpınar günlüklerinde “Danslı yerlere gidip eğlenmeyi devrim vazifesi sayardık” diye yazmıştı. Kemalizmin ve modernizmin tarihinde, içkili danslı eğlencenin, toplumu değiştirme veya ona nizam vermeye dönük bir sembolik anlamı olageldi. Bugün de, Kemalizmin davasına sahip çıkmanın bir alâmetidir.
Adana’da ve Ege-Akdeniz beldelerinde, içki içilebilen mekânların esenliği, “kurtarılmış bölge” tahkimatı sağlıyor. Meyhane, “buralar hâlâ bizim” duygusunun kalesi işlevi görüyor, siyasî teselli veriyor.
Efkâr, ulusalcı-milliyetçi bir renge de bürünebiliyor. Otantik Türk’ü tanımlama mücadelesinin bir cephesi bu. Ziya Gökalp “Türkçe konuşan Müslüman Türktür” demişti, Beyaz Türklüğün ideologları da diyorlar ki (mealen söylüyorum): Ramazan’da orucunu tutan akşamcıya Türk denir. İçki kültürü, “Arap-Ortadoğu yobazlığıyla” (bu da ırkçı bir klişe tabii) bozulmamış sahici Türklüğün müktesebatına dönüşüyor bu söylemde.
İçkici protestonun kalın bir katmanını, elbette, iktidarın otoriter ve açıkça vesayetçi-velayetçi tavrına duyulan tepki oluşturuyor. İçki içmeyi tiksinçleştiren, bir ahlâk suçu olarak kriminalize eden nefret söylemi karşısında, içkiyle başı hoş olmayanların bile içesi gelebilir gerçekten. Her şeyden evvel rüşd savunusu anlamı taşıyan bu tepkinin riski, “İnadına…” inatlaşmasına kısılarak, iktidarın/hasmın gündemine tabi hale gelmek. (Yine hegemonya (link) diyeceğim affınıza sığınarak.)
İçkiyi kamusal alandan tasfiye etme gayretinin, iktidarın politik hıfzıssıhhasının bir cephesi olduğunu söylemiştim başlarda. Biyopolitika da diyebilirsiniz: insanların biyolojik varlık koşullarına ve sağlık-lılık anlayışına nizam verme politikası. Politik hıfzıssıhha, ahlâken de temellendirilir. İçki, millî bedene olan fizikî zararından öte, manevî bir çöküntü paketidir buna göre: hedonizm, kendini uyuşturma, gamsızlık, arsızlaşma, hayvanîleşme… Bunun karşısında içki kültürü adına “kimse hayat tarzına karışamaz”dan öte söylenecek şeyler de olabilir aslında. Neşenin, muhabbetin, yaşam sevincinin, cinsiyet kotası konmamış ülfetlerin, hatta benliğin hudutlarını genişletmenin, bir tür fena’ mertebesine erişmenin iddiasını koyabilir, ciddiyet ve resmiyetle kasılmış muhafazakâr kültür ikliminin karşısına. Ahlâkîlik taslayan ahlâkçılığın karşısına, şen bir yaşam ahlâkı koyabilir.
Meşhur “hayat tarzının”, kuşkusuz temel haklarla, kişi dokunulmazlığıyla belirlenen açık bir savunma hattı var. Laikliğin, liberal özgürlük haklarıyla çizilen kırmızı çizgisi. Bunun ötesinde, şu şehirli laik orta sınıfın hayat tarzının, iyi tüketmekten, kişisel fayda maksimizasyonundan öte bir tanım ufku var mı aslında? Hayat tarzının canı gönülden sahip çıkılan bir değer olması, onun “iyi, doğru, güzel” üzerinde bir iddiayı içermesiyle mümkün olur. Nasıl bir hayat yaşıyorum, nasıl bir hayat istiyorum, nasıl bir hayat anlamlıdır… diye düşünmekle mümkün olur. Hayatı anlamlandırmak üzerine düşünmek ve eylemekle mümkün olur. Gezi isyanının Beyaz Türkleri –anlık, kısmen, azıcık– dönüştüren uğrağı, onları kendi bencil hayat tarzlarını sorgulamaya iten uğrağı değil miydi? Hayat tarzı, statükosuyla değil, üzerine düşünüldüğü, dönüştürüldüğü, savunulmaya değer kılındığı oranda, bir savunma hattı olur – hatta, hücum hattı… İşte bunun şerefine içilir.