Tanıdığım tek rektör, Prof. Dr. Ümit Hassan’dır. 2001’den bu yana Yakın Doğu Üniversitesi’nin rektörüdür. Ankara Siyasal’da öğrencisi olmakla övündüğüm hocamdı. Türk-İslâm düşünce tarihine dair vukufunun ve ârifliğinin yanı sıra, nüktedanlığıyla bilinir. Kendisinin izniyle naklediyorum… Bir rektörler toplantısında, “Ben rektör olarak…” diye kabaran söylevlerden hafakanlar basmış, söz alıp demiş ki: “Etimolojiye meraklıyımdır, aklıma geldi, acaba bu rektör kelimesi rektum’dan geliyor olabilir mi?” Rektör milletinin yarısı tebessüm etmiş, yarısı somurtmuş söylediğine göre.
Rektör kelimesinin gerçek Latince kökeni, “yönetici” anlamına geliyor. Kilise veya manastır yöneticileri için kullanılmış ilkin, oradan akademiye intikal etmiş.
İstanbul Üniversitesi rektörlük seçimini belirgin bir farkla kazanan Prof. Dr. Raşit Tükel’in Cumhurbaşkanı tarafından o makama atanmaması üzerinde çok duruldu, haklı olarak. Seçmen iradesini tanımayan bir atamaydı. Recep Tayyip Erdoğan’ın bütün ilkelerin, bütün ölçülerin üzerine kılıç gibi savurduğu millî irade ilkesine ne olmuştu? Aybars Yanık, hegemonik ideolojinin her nevi yüksek mefhumu gönlüne göre esnetebilen doğasını Birikim-Güncel’de yazdı (link). İlaveten, millî irade kavramındaki millî’yi ihmal etmememiz gerektiğini hatırlatacağım. Milliyetçi-muhafazakâr ideolojide o millî, sadece çoğunluğu ve “reel” milleti değil, Millet’e atfedilen “misyonu” ve sıfatları da ifade eder - ve o misyonu temsil etme iddiasında olan, o sıfatların imtiyaz sahipliğine soyunan siyasî iradeye vesayet yetkisi tanır. Velhasıl, millî irade de ‘yeterince’ vesayetçi bir kavramdır.
Rektörlük atamalarına dönersek… Seçim sonuçlarının, atama makamı için tamamen ‘seçimlik’ olarak kaldığı bu rejim, zaten doğuştan anti-demokratik. Seçim sonuçlarının neredeyse sistemli olarak kaale alınmadığı uygulama, herhangi bir demokratik ‘açılım’ ihtimalini de boğuyor. Bazı akademisyenler, artık bu seçim oyunundan çekilmek gerektiğini savunuyorlar. Bu vasatta oy kullanmanın anlamını yitirdiğini söyleyenlere kim nasıl itiraz edebilir?
Seçimler atamayla ezilmese bile, Türkiye’nin üniversite rejiminde rektörlük kurumunun kendisi, bir sorun aslında. Üniversite rektörü, Avrupa’da ilk başlarda Rector magnificus diye anılırmış; “yüce yönetici” yani. Rẹctor magni̲ficus adının üzerindeki hâle, memleket üniversitelerinde barizdir. “Rektör hocalar”, çoğun etraflarında alayişli bir refakat bulutuyla gezer, mülkî âmir protokolüyle davranırlar. Bazı yerlerde, garnizon komutanı ve validen daha güçlü bir mülkî amirdirler zaten. Kocaman bütçeler kontrol ediyor, ciddi bir istihdam kapasitesi kullanıyorlar. Üniversitenin her işi ve akademik faaliyetin her soluğu üzerindeki yetkileri de fevkaladedir.
Üniversite sisteminin tek sorunu, olağanüstü güçlü kılınmış Rector magnificus makamı değil elbette. Akademisyenlerin memurlaştırılması ve prekarizasyonu var... Akademik değerlendirmenin bir ‘ölçüme’ dönüştürülerek nicelleştirilmesi var… Bununla bağlantılı olarak mühendislik ve tıpta anlamı olabilecek ölçütlerin sosyal bilime dayatılması var... (Tıp fakülteli üniversitelerde rektörün genellikle tıpçılardan seçilmesiyle pekişen bir sorun…) Bütün bunların akademik özgürlük ve özgünlüğü boğması var. Fakat unutmamalı ki rektörün olağanüstü kudretli konumu, bütün bu sorunların bariz bir göstergesi olmakla kalmıyor; bu sorunların yeniden üreticisi, çoğaltanıdır.
Rector magnificus allaturca rejimi, tek adam yönetiminin (isterseniz başkanlık sistemi deyin), en olmayacağı yerdeki, akılla fikirle bilimle uğraşması beklenen akademideki örneğidir.
Raşit Tükel, üniversiteyi tüm bileşenleriyle birlikte yönetme iddiasıyla (link), farklı bir seçenek olarak çıkmıştı. Rektörlüğü fiilen önemsizleştirmeyi vaat ediyordu aslında. Rektörün “yüce yönetici” ve âmirden, koordinatör meslekdaşa doğru evrilmesinin imkânına dikkat çekiyordu. Onun atanmaması, aynı zamanda bu seçeneğin, bu fikrin reddiyesidir.
Yine “rektör”lü bir başka güzel Latince terim var: spiritus rector. “Yön veren ruh” gibi, “zihnin/tinin yol göstericiliği” gibi bir anlama geliyor. Asıl ihtiyacımız odur.