Dün, Almanya’da NSU davasının 216. duruşması yapıldı. (Davayı anlatan bir video: link) NSU’nun açılımı: Nationalsozialistischer Untergrund, Nasyonalsosyalist Yeraltı. Üç kişilik bir hücre, etraflarında yaklaşık iki yüz kişiyi kapsayan destekçi halkaları... Yedi yıl boyunca dokuz cinayet işlediler, silahlı soygunlar yaptılar, bombalı saldırılar düzenlediler, bunlardan biri kitle katliamını hedeflemişti, ucuz atlatıldı. Öldürdükleri, sekiz Türkiye göçmeni ve Türk zannettikleri bir Yunanlıydı. Sonra bir de polis öldürdüler. Sonunda, üç kişilik hücrenin iki üyesinin hâlâ şüpheli bulunan intiharı, ardından üçüncünün teslim olmasıyla, adeta lütfen, açığa çıktılar.
Bu cinayet serisi, medyada “döner cinayetleri” diye folklorize edilmiş, Türkiyeliler arası bir Şark işi hesaplaşma olarak işlenmişti. Polis, bunca zaman boyunca Kürt-Türk mafyalarıyla, töre cinayetiyle ve sair “Türk işi” olağan şüphelerle ilgili en fantastik ihtimalleri araştırdı, bazı vakalarda maktullerin Türkiye’deki köylerine kadar gidip aylarca kan davası izi sürmekten geri kalmadı, fakat ırkçı cinayet şüphesine göz ucuyla bakmaya bile tenezzül etmedi. Federal ve yerel istihbarat örgütlerinin, NSU şebekesinin teşekkülünde aktif rol oynadığına dair bilgiler var. Devamında, şebekenin cinayetlerini refakaten izlediklerine dair güçlü işaretler var.
Hrant Dink cinayetini hatırlatıyor. (Benzerlikler, Dink ailesinin avukatlarından Hakan Bakırcıoğlu’nun katıldığı bir panelde ayrıntısıyla konuşulmuştu: link) Almanya ve Türkiye, Soğuk Savaş’tan devreden gayrı nizamî harp aygıtlarının en zinde kaldığı iki NATO ülkesi galiba. Burada, mukayeseli faşizm ve “derin devlet” etüdleri bakımından, ürpertici olduğu kadar faydalı bir vakayla karşı karşıyayız.
Önceki hafta, Rosa Luxemburg Vakfı’nın Almanya’daki NSU cinayetleriyle ilgili bir gözlem ve istişare gezisi için davet ettiği heyette yer aldım. Münih’te, davanın bir oturumunu izledik. Duruşmanın bir bölümünde, Hessen Eyaleti istihbarat örgütünün emekli bir görevlisi olan Hess’in, istihbarat elemanı Temme’yle yaptığı telefon konuşmaları dinlendi. Polis, Temme’nin, tam cinayetlerden birinin işlendiği sırada, olay mahalli olan internet kafede eğleştiğini ve cinayetten sonra da oralarda “takılmaya” devam ettiğini saptamış, istihbarattan açıklama istemişti.
İşte, Hess’le Temme telefonda bu müşkül vaziyetten nasıl çıkacaklarını konuşuyorlardı. Amir Hess, elemanına “Bay Temme” diye hitap ediyordu. Birbirlerine hep “Siz” diyorlar, “İzin verirseniz,” filan gibi kibar peşrevler yapıyorlardı. Hrant Dink cinayetine karışanların telefon sohbetlerini, lanlı lunlu, “oğlum”lu, “gebertme”li o konuşmaları hatırladım bunun üzerine. Belki de iki resim arasındaki temel fark buydu. Yaka bağır açık, laubali bir derin devletle, resmiyeti bozmayan ciddi bir derin devlet arasındaki fark. Susurluk kazasından sonra başlatılan soruşturmanın apar topar geçiştirilmesinden sonra, Türkiye’de müesses nizamı kollamaya bakan birçoklarının çıkarttığı ders bu olmamış mıydı: Her devletin böyle kirli işleri olur, diyorlardı, önemli olan bunları devlet ciddiyeti içinde usulünce yürütmek, ülkücü-mafya kırmalarıyla değil profesyonel kadrolarla çalışmak. (Kutlu Savaş başkanlığında hazırlanan Susurluk Raporu aynen bunu diyordu.) Korkarım, “vatan için kurşun atan da kurşun yiyen de şereflidir” hamasetine iltifat etmeyenlerin bile büyük bir kısmının gönlünü kazanmış düstur budur.
Ama dikkat: Bu gayet “Alman” imgenin bizzat Almanya’da ayakta kalabilmesi, devlet birimlerinin Neonazi şebekeleriyle kurdukları ülfetin gizlenmesine, asla kabul edilmemesine bağlı. NSU davası, bu nedenle münferit vaka hudutlarında tutulmaya çalışılıyor, bu nedenle Sol Parti meclis soruşturmasıyla meselenin bu hudutlar içinde kalmamasını sağlamaya çalışıyor.
Ciddi ve işinin ehli bir derin devlete özenenler, bir de ondan sahici gizlilik ve sızdırmazlık bekliyorlar. Türkiye’nin derin devleti, cennetteki tûba ağacının cehennem versiyonudur: Dalları, meyveleri toprakta, kökleri yukarıda. MİT’in yakın zamandaki icraatını düşünsenize.
Almanya’da federal düzeyde ve eyaletler bünyesinde olmak üzere, toplam 19 istihbarat örgütü bulunuyor. Bu formel “çoğulculuğa” rağmen, âhenkliler. Gazetecilerin ve kendini bu karanlık ilişki ağını aydınlatmaya adamış NSU Watch’ın bin bir gayretle süzüp çıkardıkları vakalar haricinde, mahkemeye taşınabilen tek sızma, polisin şu Temme’yi “fark etmesi” olmuş. Susurluk’la ilgili Kutlu Savaş raporunun çağdaş-modern derin devletten umduğu işte böyle bir şeydi. Memleketimizdeyse, “Paralel yapı” olmadan da, muhtelif “birimler” arası rekabet ve tabii hareket serbestisi, uğursuz bir “çoğulculuğa” yol açabiliyor. Tûba ağacı bereketi... NSU-devlet simbiyozunun üzerine gitmeye çalışan Alman avukat ve gazeteciler, Türkiye’deki bu “güçler ayrılığının”, bilgi sızmaları bakımından bir avantaj olabildiğini düşünüyorlar!
Kara mizah, sinizme kapı aralayabilen bir ayartı. Türkiye’de Hrant Dink davasını, Almanya’da NSU davasını namus meselesi sayanlar, ara ara kara mizahla soluklansalar da, olağanüstü çabalarıyla “bu işler böyledir” sinizminden uzak durmanın dersini veriyorlar.