Necla Rüzgar bu resme Survival Skills adını vermiş. Sağ çıkma becerileri. Bütün gerçek sanat eserleri gibi, bu resim de ressamının muradından fazlasını içeriyor.
Gerçi, ressamları hafife almamak lazım, o iki kelimeyi yeterince evirip çevirdiğinizde de anlam açılıp gidiyor. Sağ çıkma, hatırlama, emaneti saklama, devam etme…
Belki de rüyanın sağ çıkma becerisinden bahsediyordur. Kendini geceye, unutuşa bırakmama becerisinden.
Rüya sahnesi olmalı bu. Geyiği vuran, kadını da vurmuş. Ölmemişler ikisi de. Ölmeyecekler. Kadın kendisini vuran okları hallettikten sonra, geyiğe el uzatacak. Birlikte ormanın derinliklerine ilerleyecekler. Güvenli bir yere. Okçuların girmeye korkacağı yere.
Onu vuran, onu da vurmuş. Bir yandan da, geyiğe, onun kadına bakışına, kadının ayakkabısına, bacağını tutuşuna… bakınca, aklımıza okçuyla ilgili hiçbir şey gelmiyor. Onu unutmuşuz bile. Belki yokmuş bile. Geyikle kadını birleştiren şey yaralar değilmiş de sağ çıkma becerisiymiş. Kadın ayakkabıyı fırlatıp çorabı çıkarmış, bir eliyle bacağını desteklerken oku yavaşça çekiyor… Korkmamış. Üşümüyor da. Geyiğin az ötede onu beklediğini biliyor. Yine de telaş yok hareketinde. Sükunet var. Emniyet var.
Geyik sabırlı. Belki biraz acıtıyor ok ama çok da değil. Birazdan hafif bir el dokunacak yarasına.
Sonra, kadınla geyik arasındaki bağın ilk bakışta göründüğünden daha derin olduğunu seziyoruz. O bakış sabırla beklemekten fazlası sanki. Tanıma gibi. Bilme gibi. Sanki kadın ve geyik birmiş gibi. Kadın geyikmiş de aynı zamanda. Bedenindeki seğirmeleri biliyor, kar kokusunu tanıyor, okçuların girmeye korkacağı yeri hatırlıyor. Geyikle kadın, aynı okla vurulmuş, aynı karın üzerinde, yaranın sıcaklığını karla serinletiyorlar.
Onları kim vurmuş?
Kadını bacağından, geyiği sağrısından.
Bilge Karasu’nun bir masalı vardır. “Avından El Alan”. Balıkçıyla balığın bir olmasını anlatır. Balık, balıkçının kolunu yutar, bedenleri böylece birleşir. Aşktır. “Balık, ‘uyu gene’ diyordu ona. ‘Hazır değilim dediğin için giremedik karanlığın içine; ölümden korktun. Oysa ölümle bir araya gelmeden, acılar çekip parça parça olmadan, gönlün tazelenmez, yeniden doğamazsın’.”
Kadın, balıkçı gibi değil. “Deniz, analar gibi, sevdiğini, dölyatağında tutup saklayacaktır, bir daha doğurmamak üzere” diye biter o masal. Balıkçı nihayet hazır olduğunda, denize süzülür.
Kadının bir olmak için yutulması gerekmez. O, karın kokusunu, bedenin seğirmesini tanır. Geyiğin eli tanıdığı gibi. Yeniden doğmak, sağ çıkmak için yaralarını sağaltmalıdır. Kendi yaralarını ve geyiğinkileri. Orman “bir daha doğurmamak üzere” onu saklayacak dölyatağı değildir. Ormanı sadece hatırlamaz, tanır da. Orada iyileşebilir. Serinleyebilir. Ulu ağaçlar, küçük çayırlıklar, eğreltiler ve patikalar, okçunun girmeye korktuğu yerler, geyiğin olduğu kadar onundur da. Kendini emanet edebilir.
Onları kim vurmuş? Kadını bacağından, geyiği sağrısından?
Balıkçıyla balık arasındaki, aşktı. Kadınla geyik arasındaki, başka bir şey. Ormanı da içeren bir şey. Okçuyu da.
O sebepten, rüyanın devamını merak ediyorum. Bir daha doğmamak değil, unutuşa bırakmak da değil, devam etmek hakkında bir hikaye çünkü bu.