Popülizm ve Temsili Demokrasi
Murat Belge

“Temsilî demokrasi”yi tartışmak üzere başladığım yazıya “temsilî demokrasi” konusunu sığdıramamıştım. Şimdi onu kestiğim yerden “devam” yazısına başlayayım.

Demokrasi, yeni doğduğunda, “doğrudan”dı. Bu doğum tarihinin antik çağ, doğum yerinin de antik Hellas (Yunanistan ve Batı Anadolu) olduğunu kabul ediyoruz. Burçlarda kurulan sitelerde kararlar ortaklaşa alınabiliyordu, çünkü zaten karar vereceklerin sayısı azdı. Herkes kendi fikrini söylese, tartışma uzasa da, bu “uzama”nın sınırı vardı – akla yakın bir sınır.

Tartışan bu insanlar yaşadıkları kenti bir arada kurmuşlardı (ya da birlikte kurmuş insanların soyundan geliyorlardı). Onun için hepsi “eşit”ti. Zaman içinde çeşitli etkenler bu eşitliği bozdu; ama başlangıçta durum buydu (tabii bunlar müthiş bir ayıklama ve özetleme sonucunda söylüyorum). Bu tarihi hatırlayan (ya da akıl yürüterek “yeniden-kuran”) Aristoteles “demokrasi”nin, “oligarşi”nin ve “tiranlık”ın karşılıklı ilişkilerini, birbirlerinden nasıl evrildiklerini anlatır. Onun hayatta olduğu yıllarda “demokrasi” kural değil, istisna olmuştu, İskender imparatorluk kuruyordu v.b.

Batı dünyasında “antik çağ” sona ererken demokrasi de tarihe karıştı. Geç ortaçağın bazı kent-devletlerini bir kenara bırakırsak, yakınçağa kadar bunu hatırlayan dahi pek kalmadı. Derken, İngiliz İç Savaşı, Amerikan Bağımsızlık Savaşı v.b., demokrasi yeniden gündeme geldi: çok daha büyümüş, kalabalıklaşmış toplumlarda. Bu toplumlarda, herkesin “eşit” sayıldığı yoktu. Başlıca ayraç da mülkiyet’ti. Ancak, mülksüzler adamdan sayılmadığı zaman bile, “adam sayılanlar”ın sayısı o eski “doğrudan demokrasi yöntemini imkânsızlaştıracak kadar yükselmişti. Herkesin kendi fikrini anlatmasına yetecek zaman yoktu.

Bu maddî durum, “temsilî demokrasi” dediğimiz yeni biçime hayat verdi.

Yeni dünyada ilk demokrasi İngiltere’de, İç Savaş ve III. William’ın “Glorious Revolution”ını (“Şanlı Devrim”) izleyerek kurulan rejim oldu. Seçim, evet, ama nasıl? İnsanlar hepsi Parlamento’ya giremeyeceğine göre, şu kadar sayıda insan kendine bir temsilci seçecek, diyelim bir kişi bin kişiyi, on bin kişiyi temsil edecek.

Bu zamana kadar Hobbes ve Locke, biri monarşist, biri parlamenter (biri ağır karamsar, biri oldukça iyimser), toplumsal ya da siyasî sözleşme teorilerini yapmışlar; pratik koşullar nedeniyle insanların yetkilerini birine (monarşi) ya da bir kuruma (parlamento) devretmek zorunda olduklarını açıklamışlar. “Devretmek”, tabiî, “temsil” mantığını getiriyor.

Gene İngiltere’de ilk “modern parti”ler oluşmuş: Whigler, Tory’ler. Toplumda sorun çok, her sorunla tek tek uğraşma imkânı da yok. Parti, toplum yönetmenin genel ilkelerinin neler olması gerektiği fikriyatına göre oluşuyor. Bu da, “temsil” kurumunu hem kolaylaştırıyor, hem de güçlendiriyor.

Aslında bilinen bu şeyleri böyle şematize ederek tekrarlıyorum, “temsil” kavramına ve kurumuna iyice odaklanmak için. Bu kurumu tartışacağım için, tartışmanın matrisini daraltmak istiyorum: nereden, nasıl başladı, nereye geldi?

Fransız Devrimi’yle taze kan kazanan “demokrasi” kavramı, uygulaması, tartışması öncelikle Batı dünyasında kural haline gelirken, somut tarih içinde zenginleşti, dallanıp budaklandı. Birinci Dünya Savaşı’nda sonra “herkese oy hakkı” uygulamasının yaygınlaşmasıyla yeni bir aşamaya ulaştı. Çoğunluk haklarının yerleşmesi sırasında “azınlık hakları” da gündeme geldi. İkinci Dünya Savaşı ertesinde, demokrasi fikrine en uzak olanların bile göstermelik bir saygı tavrı takınmak zorunluğu duyduğu bir üstünlük kazandı. Hâlen de büyük ölçüde bu “continuum” (“sürem” mi desem?) içindeyiz.

Bu aşamaya geldiğimizde bir noktayı özellikle vurgulamak gereğini duyuyorum: Ortaçağda gelişen ve Fransız Devrimi’ne kadar Avrupa’da egemen olan siyaset felsefesinde yönetenler yönetme hakkına sahipti, çünkü “soylu” idiler. Bu hakkı “damarlarındaki asil kan”dan alıyorlardı – “mavi kan” diye deyim bile çıkmıştı. Fransız Devrimi bu aristokrasiyi silip süpürme çabası içinde, uğrunda mücadele edilmesi gereken daha yüksek değerler bulmaya çalıştı. Buldu da: “halk” ya da “millet” kavramlarında. “Assemblée national” bu yeni yüce değerin kendini dile getirdiği organdı. “Damarlarındaki asil kan” gene vardı ama artık “aristokrasi”nin değil, “millet”in damarlarında akıyordu (Atatürk’ün kullanımında da olduğu gibi).

Bu önemli dönüşüm o tarihlerde mutlak monarşilerden parlamenter demokrasilere geçişin ideolojik gerekçelerinden biri olarak işlev gördü; ama bundan çok sonraki tarihlerde de “popülist önderler”e hizmet veren anlayış oldu. O popülist önderler de kutsal kana sahip halk ya da millet kitlelerinin temsilcisi, sözcüsü olarak ortaya çıktılar.

***

İkinci Dünya Savaşı, Mihver’in yenilgisiyle sonuçlandı. Bu sonuç, “Demokrasinin Zaferi” olarak yorumlandı ve kutlandı. Kutlanan, övgüler düzülen demokrasi, “temsilî demokrasi”ydi. Bu arada savaştan galip çıkanlardan biri de Sovyetler Birliği’ydi ve orada demokrasinin ne durumda olduğu pek belli değildi, ama Stalinizm’in “başarıları” henüz bilinmiyordu ve Soğuk Savaş henüz başlamamıştı. Ancak zamanla, “ekonomik eşitlik” temeline oturduğu için “burjuva demokrasisi”ni aştığını iddia eden bu Sovyetik rejimin (ve onun sözcülüğünü yaptığı kabul edilen Komünizmin) demokratik bir hayat biçimi öneremediği anlaşılacaktı. O zamana kadar da, bütün eksik ve gedikleriyle “temsilî demokrasi” insanlık ailesinin en ileri demokratik biçimi olarak durdu – savunuldu. Ama yüzyılın sonuna yaklaşırken, bunun –inanmak istediğimiz kadar– “her derde deva” bir rejim olamadığı bilinci yaygınlaşmaya başladı.

Bu yeni bilincin iki görece farklı (aynı dünyanın ürünü olsa da görece farklı) temeli olduğu kanısındayım. Bunlardan biri, olması gerektiği gibi, doğrudan doğruya siyaset düzeyine özgü fenomenler dizisi; ikincisiyse, teknoloji düzeyinin getirdiği yeni imkânlardan kaynaklanıyor. Bunları, kendi anlayabildiğim ölçüler içinde açıklamaya çalışacağım. Ama buna girişmeden önce bir başka tarihî olaya bu bağlamda değineyim: 1968! “Temsilî demokrasi”nin sınırlılıkları üzerine bir bilinçlenmenin (ama hâlâ –ya da henüz– gölgelerin aydınlıklardan fazla yer tuttuğu bir “bilinçlenme”) ilkin 1968’de bir kitlesellik kazandığını düşünüyorum. Bu olayda dünyanın her yerinde, öncelikle de “genç” kuşak, kendisini kuşatan varoluş koşullarına, başkaldırdı. Batı gençliği “Batı demokrasisi”ne, sosyalist blok “halk cumhuriyetleri”nin “demokrasi”sine başkaldırdı. Üçüncü Dünya’nın heterojen toplumlarında son derece heterojen tepkiler patlak verdi. Ama sonuç olarak, kimse hayatından hoşnut değildi. Ama “kimse” derken, 1968’in büyük ölçüde bir “aydın” hareketi olduğunu unutmamalıyız: “genç” ve “aydın”. Üniversite gençliği “imkânsızı iste” eylemi yaparken Britanyalı işçi çocukları “Skinhead” olup Pakistanlı dövüyordu. Amerikan üniversitelerinde saçını uzatıp barışı savunan Hippie gençleri aynı üniversitenin futbol takımının saldırısına uğruyordu. Bu, dünyada “yeni” bir ayrışmanın sinyalini veren bir durumdu. 

***

Gelelim siyasete.

Bizim Helsinki Yurttaşlar’ın erken zamanlarıydı. Prag yakınında, otele dönüştürülmüş bir eski şatoda yapılacak toplantıda benim de yeni dünyada siyaset üstüne bir konuşma yapmam istenmişti. Siyasî partilerde görülen tıkanmalar üstüne konuşmuştum. Bizimki gibi sivil toplum örgütlenmelerinin siyasete yeni bir enerji getirdiğinden ve bunun siyasetteki krizi aşmakta bir imkân yaratabileceğinden söz etmiştim.

Meramımı abartarak anlatmış olabilirim, çünkü bizim hareketin kurucularından, Alman dostum Dieter Esche bundan siyasî partilerin ömrünü tamamladığı sonucunu çıkarmıştı, onun için eleştiriyordu beni. Bense bunu söylemiyordum – bugün de söylemiyorum. Benim anlatmak istediğim, bu iki çizginin tam “birleşmesi” değil, ama aralarındaki diyalogun güçlenmesi gereği. “Birleşme” demiyorum, çünkü ikisi de gerekli olan iki ayrı alanı ve çizgiyi dolduruyorlar. Bunların ayrılığının korunması gerekli.

Ama siyasette ciddi bir tıkanma var, çünkü siyasi partilerde ileri derecelere varan “bürokratikleşme” var.

İnsanın varoluşunun şimdiye kadar istisnası görülmemiş bir özelliği bu: Kurulan her yapı, kendini yeniden-üretmeye bakıyor. Bunu yapmak, onun varoluş nedeni haline geliyor ve çok zaman asıl başarmak üzere kurulduğu amacın yerini de alabiliyor.

Klasik bir hikâye anlatılır: İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminde İtalya’da iyice şişkinleşen bürokrasiyi yavaş yavaş azaltmak, masrafları kısmak üzere bir “büro” kurulmuş. Aradan birkaç yıl geçtikten sonra bu yolda herhangi bir mesafe alınmadığı, ama bu “büro”nun gittikçe yeni araba, dolap, masa, kadro v.b. talep eden bir “büro” haline geldiği görülmüş.

Bu olay siyasî partilerin kendi içişlerine, kendi içsel hiyerarşilerine, belirli konularda alınmış siyasî tavırların sonuçları ve ayrıntıları arasında boğulmalarına ve bütün bunların sonunda kitleden, kitlenin sorunları ve taleplerinden kopmalarına uygulanabilecek bir model getiriyor. Bu durumlarda en etkili varlığın “orta kademe” olduğunu biliriz. “Orta kademe” partinin topluma sunduğu, sunacağı yeni projeleri, yeni felsefeyi hazırlayan “önder” ya da “önderler kadrosu” ile tabanda toplumsal canlılığı temsil eden, partiyi oylarıyla destekleyen kitle arasında bir “kerte” olarak yer alır ve işlevi bu iki kademeyi birbirine bağlamak olmak üzere tanımlandığı halde çok zaman onları birbirinden ayıran tabakadır (bizim sistemde il ve ilçe başkanları, yönetim kurulları v.b. olarak ayırabiliriz bunları).

Bugünün siyasî hareketlerinde gitgide belirginleşen “popülizm”de de bu kademenin ortadan kalktığı ve “önder” ile “kitle”nin birbirine kavuştuğu bir işleyiş hayal ediliyor.

Bu, çeşitli somut olayları, örnekleriyle ele alınması, uzun uzun incelenmesi gereken bir olgular demeti. Böyle ayrıntılara girmeden, bütün dünyada siyaset adamlarının toplumda fazla güven duygusu yaratmadığını, yolsuzluğun bir “vaka-i adiye” olarak görüldüğünü, böyle anketler yapılıyorsa güven açısından politikacıların en alt sıralara indiğini biliyoruz. Siyaset adamının saygıdeğerliğinin derecesi toplumdan topluma bazı farklar gösterse de, hiçbir yerde çok yükseklerde değil.

Ben de o andığım toplantıda bunlara değinirken sivil toplum örgütlerinin yeni bir kanal açarak partiler düzeyindeki bu tıkanmaya karşı bir canlanma yaratması umudunu dile getirmiştim.

Böyle olmadı. Kesin bir yargıya varmak için belki çok erken, ama şu zamana kadar “sivil örgütlenme” kendisinden beklenen (belki “mucize” denecek) şeyi yapmış değil. Öncelikle, yukarıda, 1968’de görülen ayrışmanın aşılmasını kastediyorum.

Sıkça tekrarladığım bir espri var: Alman toplumu Almanca konuşur, Yunan toplumu Yunanca; sivil toplum ise grameri bozuk, telaffuzu bozuk bir İngilizce konuşur. Bu olgu hemen eğitime dayanan bir ayrışma gösteriyor zaten.

***

İkinci ayak, teknoloji.

Demokrasinin “temsilî” olmasını gerektiren etkenin “sayılar” olduğunu söylemiştim. Bu nedenle bir kişi çok kişinin “temsilci”si oluyor, ama sistem içinden bozulmaya başlayınca “temsil” de gerçekleşmiyor ya da istendiği, beklendiği gibi gerçekleşmiyor. Hayat karmaşıklaştıkça, “temsil edilen”in “temsil eden”in yakasına yapışıp “neden beni istediğim gibi temsil etmiyorsun?” demesine de imkân kalmıyor.

“Bu iş ancak temsilî bir yöntemle yapılabilir” denilen zamanlarla karşılaştırdığımızda, nicelikler iyice büyümüş durumda. Buna karşılık, teknoloji olağanüstü ilerleme göstermiş. Bu teknoloji, demokrasinin yeniden “doğrudan” denecek biçimde işlemesini sağlayacak imkânları yaratmış ve yaratıyor; ama bunu gerçekleştirmek üzere harekete geçildiğini görmüyoruz.

“Temsil” ilkesini kabul ettiğimiz anda “temsil”in kötüye kullanılma ihtimalini de düşünmemiz gerekir – çok “saf” değilsek. Örneğin Amerikan Anayasa tarihi bunun için düşünülmüş tedbirlerle dolu. Ama bir denge tutturmak zor. Paris Komünü’nde seçilen yöneticilerden –hoşnut olmama durumunda– bu yetkinin geri alınması kuralı getirilmişti ve bu yıllarca “ileri” bir demokrasinin bir ilkesi olarak görüldü. Bugünün iletişim teknolojisi böyle bir işlemi çok daha kolaylaştırıyor. Şüphesiz bununla birlikte yeni kurallara ihtiyaç olacak – yeni kurallar, yeni ölçüler. Önüne gelen, aklına estiği gibi, “Seni azlettim” diyemeyecek elbette. Ama Survivor programında adadan kimi göndermek gerektiğine oylarıyla karar verebilenler, yolsuzluk yaparken yakalanmış bakanla ilgili ne olacağı konusunda da söz sahibi olabilirler ve olmalılar.

Televizyon denen âleti icat ettiğimiz anda, fikrimizi, talebimizi v.b. o televizyonun merkezine iletme imkânımız da var. Ama bu tür iletişimin her zaman bir merkezden çevreye yapılmasına alışmış toplumda icadı yapanlar “mesaj alma”yı değil, “mesaj verme”yi düşünüyorlar. Biz de aynı alışkanlıklar içinde yetiştiğimiz için süreci öbür türlü işletebileceğimizi akıl etmiyoruz. Böylece bilgi alıyoruz, fikir alıyoruz, emir alıyoruz, reklamı yapılan metaları da alıyoruz. Verdiğimiz bir şey yok – vermenin teknolojik imkânları varolduğu halde.

Yani bugünün teknolojik imkânları kitleleri “edilgin alıcı” konumundan çıkaracak düzeye erişti. Ama insanlığın düşüncesi bu imkânları kurumlaştırmayı gerekli görecek düzeye erişmedi. Bir yapı, kendi ayrıcalıklarını ve ayrıcalıklı kadrolarını üretir. O kadrolar da bu ayrıcalıkları başkalarıyla paylaşmak istemez. Dolayısıyla böyle imkânlar yokmuş gibi davranırlar.

Oysa imkânlar var. Ayrıca, “çift-yönlü işleyen demokrasi” için gerekli kural ve kurumların ne olduğuna, ne olabileceğine kafa yormaya başladığımızda, bunları çok daha fazla geliştireceğimiz de besbelli. “Tweet” denen şey ne kadar kısa bir zaman içinde kaç milyon insanın hayatına yerleşti (ve ne kadar kötü kullanılıyor).

Siyaset + teknoloji... Bugünün dünyasında doğru siyaset uzman kadroların düşünce, buluş ve projeleriyle kitlelerin taleplerini buluşturmak ve dengelemekten geçiyor. Vardığımız nokta (ki o da sürekli değişim halinde), bunun yapılabileceği, dolayısıyla “temsilî demokrasi”nin maddî bir zorunluk sonucu olmaktan çıktığı bir nokta.

Şimdi bu imkânları kullanma yönünde bir “irade” oluşması gerekiyor.

Yalnız “irade” mi?

Değil tabii, başka birçok şey daha; ama en önemlisi o irade.

***

Günümüzün “popülist” hareketlerine baktığımda, orada “rüşeym” halinde, bu “irade”yi görür gibi oluyorum. Belki bu bir yanılsama; görmek istediğim şeyi görüyorum. Çünkü “irade” dediğim şey, son kertede, “daha fazla demokrasi” anlamına geliyor. “Popülizm”e baktığımızda ise orada “demokrasi”nin kaydadeğer bir yeri yok. Bundan elli yıl kadar önceki popülist hareketlerde olgunlaşmamış bir demokrasi özlemi olduğunu söylerdik. Bugünkülerse epey olgunlaşmış bir faşizan özlemle dolu.

Ama sonuçta varolandan hoşnutsuzluk sözkonusu. “Varolan düzen bize istediğimizi vermiyor” diyorlar. Peki, istenen o şey ne?

Bu, sanırım her toplumda birtakım değişiklikler gösteriyor. Toplumlar farklı, sorunları, korkuları farklı, talepleri de öyle. Ve zaten bütün bu olup bitenlerde ne istediklerinden çok ne istemedikleri, daha doğrusu neden korktukları belirleyici. Ama ortaklıklar da var. Görebildiğim başlıca ortaklık, kendi gibi olmayanı, kendine benzetemediğini yanında görmek istememe zemininde kuruluyor. Bu görmek istemediği kişi kimi zaman ya da çok zaman “dışarıdan gelen” biri. Dini, dili, kültürü, milliyeti, her neyse, bunlar ayrı. Ama kimi yerde, örneğin Türkiye’de, asıl büyük yabancılığı, yıllardır aynı memleketin yurttaşı olarak birlikte yaşadıklarına karşı hissediyor.

Dolayısıyla, daha önce yazdığım gibi, toplumun, “halk”ın ya da “millet”in bir kısmı, hemen hemen her zaman, toplumsal skalanın üstlerinde değil altlarında varolan bir kısmı, “halk ya da millet benim” diyor, “o halde benim dediğim olacak.” Bu da bir çeşit “demokrasi”: ama “azınlık hakları”nı ya da evrensel değerleri kale almayan, yalnız “çoğunluk” ilkesinden giden bir “demokrasi”; dolayısıyla da gerçek “demokrasi” değil. Yani, hep olduğu gibi, içinde “demokratik” denebilecek ögeler de taşıyan, ama son analizde “faşizan” olan bir ideoloji. Genellikle, şimdiye kadar “temsilî demokrasi” ile daha sorunsuz yaşayanlar (çünkü onlar zaten görece ya da mutlak anlamda “ayrıcalıklı” kesimler) daha “muhafazakâr”, kurulu düzene daha bağlı oluyorlar. Popülizme kayanlar ise “temsilî demokrasi”de kendilerine yer verilmediğine inanan, bunun için demokrasinin herhangi bir biçimine iyi gözle bakmayan kesimler. Öfkelerinin haklı ve kısmen demokratik görünmesinin nedeni de bu “dışlanmışlık”.

Peki, ne olacak?